Sahi Türkiye'nin ekseni neresiydi kuzum!

Sahi Türkiye'nin ekseni neresiydi kuzum!

Samir Amin ilgiyle izlediğim Mısırlı bir "Marksist" iktisatçı.. Kapitalizmin "Merkez" ülkeleriyle "Çevre" ülkeleri arasındaki ekonomik çelişkiyi açıklamaya çalışmıştır.

"Uluslararası kapitalist sisteme bağlı oldukları halde Merkez ülkeler zenginleşirken, Çevre ülkeler neden fakir kalıyor" diye sorarak başlamıştır işe.

Kapitalizm'in yürümesi için birikime ihtiyacı vardır ve bu birikim "sömürü" yoluyla elde edilebilir ancak.

Dolayısıyla kapitalizmin Merkez ülkeleri, Çevre ülkelerle sadece sömürü ilişkisi kurabilir.

Şu cümle de Amin'e aittir:

"Gelişmiş merkez ülkeler, çevre ülkelerin gelecekteki halini yansıtmazlar; ama çevre bir bütün olarak dünya sistemiyle ilişkisinin dışında anlaşılamaz."

Kabaca özetlediğim Amin'in tezi budur.


* * *
Bu analiz uluslararası sistemin merkez siyasi aktörleriyle çevre siyasi aktörleri arasındaki ilişkiler için de geçerlidir.

Altı zayıf, üstü şişman bir çarpık şekil belirir gözlerimizin önünde..

Bir tarafta "Ağalar", bir tarafta "Irgatlar"..

Hem "ekonomik", hem" siyasi güç" açısından da geçerlidir bu.

Dünya sisteminde yaşanan kriz de bu çarpık ilişkinin bu haliyle devam etmesinin artık mümkün olamamasıyla ilgili.

Alttan yukarıya kan gitmiyor çünkü..

Samir Amin'in tezini ülkemizdeki "eksen kayması" tartışmasıyla da ilişkilendirebiliriz.

Bizde de kimi sosyologlar, Türkiye toplumu analizlerinde "merkez-çevre" ayrışmasına vurgu yapmışlardır.

Bu analizi, " devlet-toplum" ilişkisine de şamil kılanlar da olmuştur.

Çevre'nin Merkeze doğru yayılması her zaman bir sorun olarak görülmüştür bu yüzden.

Kimi partilerin "derin merkez iktidarı" tarafından ötelenmek istenmesi bu analizi doğru kılıyor.

Derin iktidara göre Değişim, Merkeze değil, Çevreye dayatılmalıdır.

Oysa değişim, tek kanatla uçan bir kuş değildir.


* * *
"Merkez partiler" ve "merkez medya" tartışmaları da bir başka saçmalığın ürünüdürler..

Merkez medya, "derin iktidar"a eklemlenerek asalakça bir ilişki içerisine girmiştir.

Çevre'yi değil, Merkezi yansıtmayı görev bilmiştir kendisine.

El değiştirebilir ama temsil ettiği şey aşağı yukarı aynı kalır.

Merkez medyanın köşe yazarlarının temsil ettiği yaşam tarzları da Merkezci yaşam tarzlarının aynasıdır..

Bunu dizilerde de görebilirsiniz, Çevre'nin değerleri ve yaşam tarzları ötelenmiştir.

Olağanüstü seküler bir yaşam angaje edilir..

Sanki Çevre(toplumun büyük kesimi) diye bir şey yoktur.

Gerçi şefkate layıktır bu Çevre ama gözden ırak olsun isterler yine de..

Mesela "Hürriyet"te başörtülü yazar veya muhabir yoktur da "Sabah"ta var mıdır?

Türkiye'nin AB tarafından oyalanıp durması da benzer bir analize götürmüyor mu bizi?

Bu durumda " Türkiye'nin ekseni kayıyor" demenin alemi var mı?

Türkiye'nin ekseni neresiydi ki zaten?

Ve siz o eksenin o çarpık çizgisinde saplanıp kalmayı bir erdem olarak mı görüyorsunuz?

Helal olsun size, ne diyeyim!


Cumhuriyet'i edebiyatçılar yumuşatacak..

Önce Mustafa Balbay gazetenin Ankara temsilciliği görevinden azledildi.

İlhan Selçuk'un sözcüsü Hikmet Çetinkaya da Cumhuriyet'in yayın politikasında ciddi değişiklikler gerçekleşeceğini yazmıştı zaten.

Cumhuriyet'in yumuşatılması anlamına geliyormuş meğer bu değişiklikler..

Popüler aşk yazarı Tuna Kiremitçi ile yine edebiyatçı kimliğiyle bilinen Kürşat Başar transfer edilmişti.

Gerçi Kiremitçi'nin Cumhuriyet macerası kısa sürdü..

Kiremitçi, Cumhuriyet'ten ayrılarak Hürriyet'in magazin eki "Kelebek"e transfer oldu.

Belki Kelebek'te kendisine daha geniş bir okur kitlesi bulabileceğini ummuş olabilir.

Transferler hâlâ sürdüğüne göre bu yumuşatma işlemi henüz tamamlanmamış görünüyor.

Çünkü Cumhuriyet'in yazar kadrosuna şair Hulki Aktunç ile edebiyatçı İnci Aral da katıldı.

Kafileye değerli edebiyat eleştirmenimiz Füsun Akatlı da dahil oldu.

Tabiî ki Cumhuriyet'e edebiyatçıların ve kadın elinin değmesi güzel bir şey.

Benzer bir tadı biz 1980'lerdeki Cumhuriyet'te de almıştık.

O zamanlar Cumhuriyet sadece sol kesimler değil sağın farklı kesimleri tarafından da okunan itibarlı bir gazeteydi.

Sadece edebiyat, kültür, sanat yoktu tabii, dış politika ve iç politika yazarları da belli bir kalitenin üzerindeydi.

Cumhuriyet o dönemde geniş yelpazeli demokratik sol çizgisini korumakta titiz davranıyordu.

Acaba Cumhuriyet "altın yıllar"a özlem mi duyuyor dedirten gelişmelere şahit oluyoruz.

Edebiyatçılarla başlayan bu yumuşatma operasyonunu başka türlü nasıl yorumlayabiliriz?


Sen eşek olursan sırtına binen çok olur..

Kırgız güvenlik yetkililerinin açıklamalarına göre olaylar provokatörler tarafından çıkarılmış.

Bir takım keskin nişancılar önce Kırgızlara, sonra da Özbeklere ateş ediyorlarmış.

Doğruluk payı olabilir bu iddiaların.

Çünkü biz de bu tür provokasyonları yaşamış bir ülkeyiz.

"12 Eylül" öncesindeki şiddet olaylarının kışkırtıldığına ilişkin meşhur bir anekdot vardır.

"Sabah ülkücüyü öldüren silah, akşam bir devrimciyi öldürdü"

Belki tersiydi ve bunun bir önemi yok.

Keza 1 Mayıs 1977'de Taksim meydanında radikal sol örgütler birbirlerine karşı silahlarını ve sopalarını göstermeselerdi 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu provokasyon başarılı olabilir miydi?

Maraş, Çorum ve Sivas olayları için de geçerlidir söylediğim.

Provokasyonların tutması için önce iki düşman taraf oluşturmanız gerekiyor.

Araya da kan koyarsanız, istediğiniz gibi süreci yönlendirebilirsiniz.

Olayların içerisine sürüklenen taraflar geriye bakmazlar, ne olduğunu anlamaya çalışmazlar..

Şuur kaymış, akıl rayından çıkmış, hisler olaylara egemen olmaya başlamıştır artık.

Sanırım Türkiye toplumu olarak akıllandık ama korkarım Özbekler ve Kırgızlar provokasyona açık hale gelmiş görünüyorlar.

Kimi yorumcular Kırgızistan'daki olayları ABD ve Rusya'nın nüfuz mücadelesiyle ilişkilendiriyorlar.

Halkımızın gündelik hayatta kullandığı bir özdeyiş vardır ve durumu gayet güzel özetliyor:

"Sen eşek olursan sırtına binen çok olur"

Kendi sorunlarını çözemeyen toplumlar şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamazlar.

Dün, "iyi fikir hepimize lazım" derken kastettiğim biraz da buydu.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi