Dinimiz ile idare olunma hakkımız
Dinimiz İslâm’ın temel maksadı; yeryüzünde insanların din, can, mal, nesil ve akıl emniyetlerini sağlamaktır. Temel maksadı bu olan İslâm dininin mensuplarının İslâm’dan gayrisiyle idare olunmaya razı olmaları mümkün değildir. Çünkü böyle bir şeye razı olmak, din, can, mal, nesil ve akıl emniyetine veda etmektir. Dolayısıyla İslâm’dan gayrisiyle idare olunmaya razı olan, Müslüman olmaz. Müslüman; İslâm ile idare olunan ve ölünceye kadar İslâm ile idare olunmak için çalışandır.
Müslümanları İslâm dininin dışında başka bir sistemle idare etmeye kalkışmak, her gün Müslümanlara işkence etmektir. Esasen fıtrî bir hayat nizamı olan İslâm ile idare olunmayan her insan, zulüm ve işkence görmektedir. Altını çizerek haykırıyorum: Ben Müslümanım. İnandığım gibi bir hayat yaşamak ve dinimle idare olunma hakkımı kullanmak istiyorum. Benim bu hakkımı elimden alıp beni kul kaynaklı ideolojilerle idare etmeye kalkışanların Hz. Musa’nın (a.s.) karşısına dikilen Firavun’dan, Hz. İbrahim’e (a.s.) karşı çarpışan Nemrud’dan farkları yoktur. Bunların isimlerinin Müslüman isimleri olması, durumu değiştirmez!
Tarihin şehadetiyle sabittir ki; hakkı inkâr eden, adaleti hafife alan, hukuku hiçe sayan ve Peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatleri reddeden kavimler, rejimler, yeryüzündeki fitne ve musibetlerin müsebbipleridir. Yeryüzünde fesadın yayılmasını arzu eden bu haksız, adaletsiz ve hukuksuz kavim ve rejimlerin tatbikatları sebebiyle; hem kendilerinin, hem de zulme mani olmayan diğer insanların, fitnenin içine düşüp azaba uğradıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur. Allahû Teâla buyuruyor:
“Gerçek şu ki; inkâr edenler (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” (Enfal: 36)
Bu ayet-i kerime’den açıkça anlıyoruz ki; küfür cephesi geçmişte olduğu gibi, günümüzde de keyfî, küfrî ve ecrî düzenlerinin devam etmesi hesabına insanları Allah yolundan alıkoymak için bütün imkânlarını seferber etmişlerdir. Gayr-i İslâmî, yani müşriki rejimlerin bütün kurum ve kuruluşlarının amacı, insanları Allah’ın yolundan alıkoymaktır. Allah yolunda yürümek isyeten Mü’minler ile, Allah yolundan alıkoymaya çalışan münkir ve müşriklerin çarpışması, çatışması kaçınılmazdır. Müslüman canından, malından vazgeçer ama dini ile idare olunma hakkından vazgeçmez.
Bir Müslüman için bu dünyada inandığı gibi yaşamaktan ve din olarak teslim olduğu İslâm ile idare olunma hakkından vazgeçmesi, insanlığından ve Müslümanlığından, namus ve şerefinden vazgeçmesi demektir. Bedeli can da olsa, kan da olsa dinimiz ile idare olunma hakkımızdan vazgeçemeyiz.
İslâm dini, kendine mensup olan fertlerden, ailelerden, toplumlardan, her şeyden önce kendisiyle idare olunmalarını ister. İslâm dini hiçbir mensubuna bana inan ama başkalarına tabi ol, seni benim dışımdaki batıl dinler (sistemler, ideolojiler) idare etsin demez. İslâm teslim alınmaz, aksine İslâm’a kayıdsız şartsız teslim olunur.
İslâm’a teslim olmanın belki de en çetin yanı, onu yaşamak ve bir hayat üslubu olarak şahsiyetine mal etmektir. Bu, zorlu bir irade savaşını gerektirir. İslâm’a ve Müslümanlara düşman olan çevreler, en çok doğacak böyle bir irade savaşından korkarlar. Bu sebepten onlar, ellerinden geldiğince, bizim bu azim ve irademizi çökertmeye çalışacaklardır. Bizi alaylarla, tehditlerle, iftiralarla ve dedikodularla yıldırmaya çalışacaklardır. Bütün bunlara direnmek ve tahammül etmek zorundayız. Vakarımızı bozmadan, öfkelenmeden, sabırla ve azimle dinimizle idare olunma hakkımızı sonuna kadar kullanmalıyız.
Müslüman, iman insanıdır. O kendini ve mümkünse derece derece yakınlarını, tam bir otokritiğe tabi tutarak varsa aykırılıklardan ve tezatlardan kurtarır. Kendisini dâvâ-i İslâmiyyenin müşahhas bir temsilcisi haline getirmeye gayret eder. Yolunu kesen çağdaş Firavunlara, Nemrudlara, Ebu Cehillere aldırış etmez. Kulluk kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Kınayanların kınamasına aldırmadan“ nasıl inanıyorsa öyle yaşar. Müslüman oldukları halde idarelerini münkirlere, müşriklere, mücrimlere bırakanlar, dinleriyle idare olunma haklarından feragat edenlerdir. Dinleriyle idare olunma haklarından vazgeçenler, kendilerine İslâm’ın dışında yeni bir din bulanlardır!
Müslümanlar için “Biz neyle idare olunuyoruz?” suali, “kim bizi idare ediyor?” sualinden önce gelir. İslâm dinini hayatın vazgeçilmez idare sistemi haline getirmedikçe, Firavun karakterli münkir ve müşrik idarecilerden, keyfî ve cebrî tatbikatlardan kurtulamayız. İslâm dışı bir idare sisteminin başına Müslümanları geçirme yarışı, insanlığa ve biz Müslümanlara hürriyeti armağan etmez, aksine çağdaş kölelerin sayılarını çoğaltır. Bunun için öncelikli olarak “Biz neyle idare olunuyoruz?” sualini Müslümanların gönlüne ve gündemine taşımalıyız. Eğer bu suali doğru cevaplar ve gereğini de yaparsak, Müslüman olarak kendimize lâyık liyakat ve ehliyet sahibi emin idarecilerimizi buluruz.
Asrımızda insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan müstekbirler, en çok Müslümanları ‘İslâm dini ile idare olunma hakkı’ndan vazgeçirmeye çalışıyorlar. Yeryüzünde Müslüman olarak dinimiz ile idare olunma hakkımızdan asla ve kat’a vazgeçmeyeceğiz. Bizi dinimizden vazgeçirmeye çalışan, inandığımızın zıddına bir hayat yaşamaya zorlayan keyfî, küfrî ve cebrî rejimlerle barışmamız mümkün değildir. Çünkü Firavun ile Musa (a.s.) barışmadı, Nemrud ile Hz. İbrahim (a.s.) barışmadı, Ebu Cehil ile Hz. Muhammed (s.a.v) barışmadı. Şunu bilelim ki; keyfiyet noktasında sahip olduğu iktidar gücünü bahane eden ve insanlara karşı “ilahlık” davasında bulunan Firavun’un dünya görüşü ile günümüzdeki modern-ulus devletlerin uyguladıkları politika arasında herhangi bir fark yoktur. Yani biz Müslümanlar, çok Firavun’lu bir dünyanın sakinleriyiz. Firavunların bütün baskılarına rağmen dinimiz ile idare olunma hakkımızdan geçmeyeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.