Faturayı yine Millet ödeyecekse...
Şu veya bu şekilde, mahalli seçimler de geride kaldı. Seçim neticeleri ile ilgili tartışmaların epey süreceği de malum.
Seçim bitti bitmesine de, krizimiz bitmedi.
Evet, birbiri ardına alınan tedbirlere rağmen, etkisi azalmak bir yana, kriz bizde ve dünyada etkisini sürdürüyor.
ABD'de bir buçuk yıl önce başlayan ve haklı sebepleri olan ekonomik krizin, herhangi bir bankanın ya da finans kuruluşunun batmadığı ülkemize yansıması hususunda dikkat çekici görüşler var.
Bunlardan en ilgi çekici olanı, normal şartlar altında kriz yaşanmaması ya da en azından bu şiddette yaşanmaması gerekirken, dışarda para kaybeden ve bunu içerden sağlamak derdine düşenlerin, kriz var havası oluşturulmasında büyük rol oynadıkları iddiası.
Bu yoruma göre, Eylül 2008'de Lehman Brothers'de yüksek miktarda para batıran güçlü bazı isimler, medyayı da kullanarak, bizim krizimizi başlattılar. Amaçları, oluşturulacak hava dolayısıyla iktidarı köşeye sıkıştırıp kaybettikleri paranın tekrar kasalarına dönmesini sağlamak. Aslında saçma sapan bir şey gibi gözüküyor. Ama olur mu olur. Burası Türkiye çünkü.
Ülkemizde para sahibi olanların, bu parayı yatırım, dolayısıyla üretim ve istihdamda değerlendirme alışkanlığına sahip olmadıklarını yakın geçmişte yaşadıklarımız sayesinde biliyoruz.
90'lı yılların ortalarında, yüzde 50 gibi faiz oranlarıyla aldıkları devletin parasını, yüzde 150'ye yakın faiz oranlarıyla devlete satarak para kazanıyorlardı çünkü.
Bilonçolarında, kârlarının yüzde 85'inin 'faaliyet dışı alanlardan kazanıldığını' yazmakta da, bir mahzur görmüyorlardı.
1996'da Prof. Dr. Necmettin Erbakan Başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti'nin, Kamu Ortak Hesabı (Havuz) oluşturmasıyla hortumları kesildiğinde, bu çevrelerin nasıl büyük bir gürültü kopardıkları hatırlardadır.
Tatlı kârlara alışmış ve ellerindeki vadi dolusu altınla yetinmeyip bir diğerini, hatta mümkünse başka vadileri de isteyenlerin, o dönemde yaşanan bir çok gelişmenin tezgahlayıcısı olduğu açık.
Ülkemizin yaşadığı ekonomik sıkıntıların çözümü için gösterilen gayretler elbette tebrike şayandır. Ama krizin esas etkilerinin tabanda ve çok daha ciddi bir şekilde yaşanmakta olduğunun unutulmaması gerekmektedir.
Yukardakilerin keyfe keder alışkanlıklarından taviz vermeleri manasına gelebilecek olan kriz; tabandakilerin olmazsa olmaz ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşadıkları zorluk ve hatta imkansızlık demektir.
İkinci lüks otomobil ya da kotra alınmasa da olabilir. Ama çocuklarının sayısı dolayısıyla mutlaka alınması gereken ikinci ekmeği alamayan kişi ile ilgili olarak aynı yorumu yapamazsınız...
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Birliği, G-20'ler vs... Bunarın her birisi kendi çapında önemli kurum ve kuruluşlardır ama hiçbirisi, işini kaybetmiş ya da kaybetmek üzere olan, borçları gırtlağına kadar geldiği için bakkalın kapısından bile geçemeyen insanları ilgilendirmez.
Krizin etkilerinin azaltılabilmesi adına, milyar dolarlar aktararak ya da devletin alması gereken vergilerden vazgeçerek yukarılarda olanları rahatlatmak, gerekli adımlardan birisi olabilir.
Ama az sayıda insana ayrılan büyük imkanların hiç değilse onda birini tabanda bulunanlara ayırabilmek hususunda gösterilen çekingenliği anlayabilmek mümkün değil.
Hükümetin şu ana kadar aldığı tedbirler 40 milyar dolar civarında.
Bu 40 milyar dolar, ilerde yine bu ülkenin insanı ve özellikle de dar ve sabit gelirliler tarafından ödenecek.
Madem faturayı insanımızın büyük çoğunluğu ödeyecekse, maaş ve ücretlere zam gibisinden rahatlatıcı tedbirler neden alınmıyor sahi?..
Üzerinde düşünmeye değer...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.