Asimilasyon, kimlik ve Kürtler
Modern ulus-devletlerin baş etmek zorunda oldukları temel problemlerden biri, homojen bir ulusal kimlik tanımını ‘başarıyla’ sürdürebilmektir. Bu ulus-devletler için gerçek bir ‘challenge’dır; çünkü, son derece istisnai örnekler dışında, hem kültürel çeşitlilik hem de nüfus hareketleri modern toplumların bir gerçeğidir. Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan buyana elbette bunun bir istisnası değildir.
Homojenliği dert edinen devletler kültürel çeşitliliğe bir cevap olmak üzere başlıca iki tür siyaset izlerler. Birincisi asimilasyon siyaseti olup, bunun özünü, siyasi birlik içinde yer alan farklı unsurları hakim kültüre benzetme çabası oluşturur. İkinci siyaset tarzı ise göçmen politikası bakımından kültürel çeşitliliği önlemeyi amaçlayan ‘izolasyon’culuktur. Bu politika genellikle asimilasyoncu yaklaşımla atbaşı gider.
Ne var ki, her iki politika da problemlidir. İlk olarak, azınlık grupların kültürel olarak asimilasyonunu amaç edinen politikanın bazı zorlukları ve riskleri vardır. Bir kere, kültürler arası etkileşim tamamen engellenemeyeceğinden, asimilasyona uğratılmak istenen azınlık kültürleri de hakim kültürü değiştirebilir. Eğer kültürel türdeşlik ve saflık konusunda ısrarcı iseniz, bu durum sizi bir tür ‘apartheid’ politikası benimsemeye bile sevk edebilir.
İkincisi, azınlık kültürlerinin asimilasyona direnme eğiliminin bu gruplar arasında ayrılıkçılığı besleme ihtimali vardır. En önemlisi de, asimilasyoncu politikaları bireysel özgürlüğe saygıyla bir arada yürütmenin zorluğudur. Bunun pratik anlamı, kültürel olarak farklı unsurların şu veya bu ölçüde baskı altına alınmasıdır.
Benzer bir sorun izolasyon politikası bakımından da söz konusudur. Eğer bu politikanın amacı kültürel homojenliği korumak ise, belirli kültürel, etnik veya dini grupları dışarıda tutmaya dönük kısıtlayıcı bir göçmen politikası tek başına bunu sağlayamaz. Çünkü, bir toplumun yabancı kültürlerin etkisi altına girmesinin göçmenlerle etkileşimden başka da yolları vardır. Eğer bunu önlemek istiyorsanız, hakim kültüre mensup olanların seyahat ve ticaret özgürlüğü dahil yabancılarla iletişime geçme özgürlüğünü sınırlamanız gerekebilir.
Türkiye’nin 1980’lere kadar sürdürdüğü ve esas olarak iktisadiymiş gibi görünen otarşi politikasına bir de bu açıdan bakmakta yarar vardır. Asimilasyoncu siyaset konusunda da Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki bir istisna oluşturmuyor. Resmi söylemde -şimdilerde daha sofistike ve kısmen hakşinas bir görüntü içinde- bunun aksinin ileri sürülmesi, yeni rejimin kuruluşundan kısa bir süre sonra benimsediği kültürel türdeşlik amacına uygun olarak hem asimilasyoncu hem de izolasyonist bir siyaset izlediği gerçeğini değiştirmiyor. Keza, özellikle ilkinin Kürtlere dönük olarak başvurulmuş olan baskı politikasına zemin teşkil etmiş olduğu da açıktır.
Bugün bir tür ‘günah çıkarma’ görüntüsü altında ama daha kurnazca dile getirilen inkárcı tutum, ne ülkenin Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu yörelerinin Cumhuriyet tarihinin önemlice bir kısmı boyunca olağandışı -gerçekte hukuk dışı- rejimlerle yönetilmiş olmasını, ne Cumhuriyet’in ‘hars vahdeti’ sağlama amaçlı sürgün ve iskán politikalarını, ne de resmi eğitim müfredatına bugün bile halá hakim olan etnik Türkçü ruhu örtebilir. Kürt meselesinde Türkiye’nin bugüne kadar izleye geldiği baskı politika arızi faktörlerle açıklanacak bir durum değil, tam tersine Cumhuriyet’in siyasi kimliğini etnik Türkçülükle tanımlayan genel tutumunun doğal bir sonucudur.
Onun için, ‘Türk’ kelimesiyle tanımlanan sözde ‘kuşatıcı’ yurttaş kimliğinin etnisiteyi ima eden bir sıfat değil de sırf bir ad olduğunu ancak ‘tuzu kuru’ olanlar söyleyebilir. Alt kimlik-üst kimlik kavramlaştırmasının ima ettiği ahláki hiyerarşiyi bir yana bıraksak bile, nüfusu oluşturan etnik kimliklerden birinin adına -bu en kalabalık unsur olsa da- bütün farklı kimlikleri kuşatan bir genel kimlik tanımlayıcısı payesi biçmenin siyasi olarak tarafsız bir kimlik tanımı olduğunu hangi vicdan söyleyebilir?...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.