Sadıklarla beraber olma mesuliyeti
Biz Müslümanlar için dinen Allahû Teâla’ya verdiğimiz ahde sadakat gösterip sadıklarla beraber olma, sadıklardan yana tavır koyma mesuliyetimiz vardır. Rabbimiz buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sadık olanlarla/doğrularla beraber olunuz." (Tevbe Sûresi/ 19) Kur’an-ı Kerîm çerçevesinde genel bir değerlendirmeye tabi tutuldukları zaman Allah’ın elçileri ve insanlığın hidâyet önderleri olan peygamberlerin, gerçekten dikkat çekici birtakım nitelik ve özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de anlatılanlar, anlatılmayanlar; Hz. Harun, İbrahim ve İsa aleyhimüsselâm gibi cemâlî, Hz. Nuh ve Musâ aleyhimasselâm gibi celâlî yapıda olanlar; Ulü’l-azm peygamberler, komuta yetkisi olanlar, komuta yetkisi bulunmayanlar, sonuç almış olanlar, alamamış olanlar, hatta öldürülenler, Nuh ve Lut aleyhimesselâm gibi hanımları kendilerine inanmayanlar, kitap sahibi olanlar, olmayanlar… Bu ve benzeri farklılıklara sahip bulunan peygamberlerin hiç şüphesiz ortak oldukları özellikleri de bulunmaktadır. Allah’a kulluk ve Tâğut’tan uzak kalma temel görevleri; “Allah’a karşı saygılı olun ve bana uyun!” çağrıları; “Ben Allah’ın size gönderdiği güvenilir elçisiyim, buna karşı sizden herhangi bir şey de istemiyorum” diye kendilerini takdimleri; nefsin/bireyin terbiyesi, ümmetin/toplumun yönetimi gibi meşguliyet alanları, ilahlık iddiası ve Allah adına yalan söylemek gibi yetkisiz oldukları konular, onların ortak niteliklerinin başında gelir. Peygamberlerin ortak sünnetlerinden birisi de, inananlardan yana tavır takınıp sadıklarla beraber olmaktır.
İnananlara sahip çıkmak, Müslümanların da kıyamete kadar devam eden müştereklerindendir. Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendiğimize göre hemen bütün peygamberler, görev yerleri ve sürelerinde en büyük mukâvemeti/karşı koymayı o toplumların genellikle yönetici/önde gelen kesiminden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanmakta fazla bir problem yaşamayan sade insanları küçük görmüş ve peygamberlerden bu insanları çevrelerinden uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşmemeyi ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, mü’minlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir.
Hz. Nuh’un şu sözleri, hem bu tür istekleri hem de peygamberlerin bu istekler karşısında takındıkları tavrı ve inananlardan yana duruşlarının gerekçelerini yansıtmaktadır:
“Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhil bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zâlimlerden olurum!” (Hud Sûresi/, 29-31)
Peygamberler, kendi dâvâlarını insanlara takdim ederlerken hep şeffaf davranmışlardır. İnsanlara sadeliği ve samimiyeti tavsiye etmişlerdir. Zalimlerin, zorbaların, maddeperestlerin hatırı için inananları terk etmemişlerdir. Bakınız Rabbimiz örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav)’e şu talimat verilmiştir: “Sabah-akşam Rablerine O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebât et.. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme! (el-Kehf Sûresi/ 28) “Mü’minlere karşı alçak gönüllü ol!” (el-Hıcr Sûresi/ 88) “Sana tabi olan mü’minlere merhamet kanadını indir!” (eş-Şuara Sûresi/ 215)
Dikkat edilirse Rasûlüllah (sav) de mü’minlerden yana tavır takınmakla emrolunmuştur. Hiçbir güç ve kuvvet bizi din kardeşlerimizden ayıramaz. Her yerde ve her zaman tercih hakkımızı sadakat sahibi sadık mü’minlerden yana kullanmakla mükellefiz. İnanan insanlara kuşku ile bakan ve onları küçük gören, tabiatıyla kendilerini de o toplumun söz sahipleri, ekâbirleri diye tanımlayan elitlerin ve egemenlerin hemen her devirde aynı tutum içinde oldukları tarihî ve sosyal bir gerçektir. Bu kaba tutumlarına “çağdaşlık, modernlik” gibi gerekçelerle kılıf uydurmaya çalışmaları ise, egemen ve inançsız sınıfların beyin ve idrak sefâletlerini örtmeye asla yetmemiş ve yetmeyecektir.
Tarihte Firavunların, Nemrudların, Ebu Cehillerin bir vasfı olan özellikle tercih noktalarında hep kendileri gibi düşünen ve yaşayanları öncelemeleri, inananları ise ötelemeye çalışmaları ve kendileri için tehlike odağı görmeleri ne yazık ki günümüzün de çağdaş Firavunlarının, Nemrudlarının, Ebu Cehillerinin en büyük modernlik saplantısı olarak gözükmektedir. Asırlar ve nesiller değişiyor ama küfrün mantığı değişmiyor. Dinî değerleri dışlamak için modernitenin ya da monarklaşan resmi ideolojinin kimi ilkeleri gerekçe olarak ileri sürülmesi, inananlara yönelik tarihî tavrın güne yansıyan boyutunu oluşturmaktadır. Yani Firavunluğun, Nemrudluğun mantık olarak hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Geçmişte böylesi ortamlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltildiği gibi bugün de aynı şekilde, inananların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanmalarından başka düzelme ve düzeltme yolu olmadığı açıktır. Sadıklardan yana tavır takınmak, hainlerin saltanatına nokta koymaktır. Yani hainlerini saltanatını sona erdirmenin çaresi, Müslümanların yardımlaşması, dayanışması ve her hâlükârda mü’minlerden yana tavır takınmasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.