Müslümanlığı mıza insanları şahid tutmak (1)
Müslümanlığımızın şuurunda olmak ve Müslümanlığımızı Amentü’nün çerçevesi dahilinde tutmak suretiyle insanları Müslümanlığımıza şahid tutmamız, azad kabul etmez mesuliyetlerimizdendir. Şunu bilelim ki; Müslüman, imanının şahididir. Çünkü iman bir iddiadır, ispat ister. Müslüman’ın Müslümanlığı, imanının çerçevesi dâhilinde olur. İslâm ümmeti, imanına şahidlik eden ümmettir. Amentüsüz Müslüman olunamadığı gibi, Müslüman kalmak da mümkün değildir. Bu ümmetin adaletli, Allah’ın dinini her şeyden üstün tutan ve bu yolda malını-canını hiçe sayacak kadar özverili çalışan bir ümmet olması, Hak dinin emirlerini tatbikte hiçbir engel tanımayacak şekilde güçlü ve üstün olması, bu ümmete bu “şahidlik” hak ve görevini yüklemektedir. Allahû Teâla buyuruyor:
“Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır ki insanlara / diğer ümmetlere karşı şahidler olasınız. Bu Peygamber de sizin üzerinize şehîd = tam bir şahid olsun...” (Bakara Suresi, 143)
Dikkat edilirse, İslâm ümmeti, şahid bir ümmettir. Bilindiği üzere “Şehîd” sıfatı Allahû Teâla ile kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında kullanılan müşterek sıfatlardan biridir. Ancak elbette Allah'ın Şehîd olması ile Hz. Muhammed'in (s.a.v) şehîd olmasından kastedilenler farklıdır. Bu sıfat Arap dilinde “şahid olmak, şahidlik / tanıklık etmek, şehadeti ifa etmek, yerine getirmek; hazır bulunmak, bir olayın bizzat içinde onu yaşıyanlardan olmak” anlamlarında kullanılan “şehadet ve şühûd” kökünden “şahid olan, şahidlik yapan, hazır bulunan” anlamlarında mübalâğalı bir sıfat olan sıfat-ı müşebbehedir. Bu sıfattaki mübalâğa hem şahidliği yerine getirme fiilinin tümlecinde, yani çok şeye şahidlik etmede, çok şeye şahid olmada, şahidlik edilen konuların fazlalığında; hem fiilin öznesinde yani şahidliği yapan kimsenin şahidlik yapmaya düşkünlüğünde ve her zaman ve zeminde bu işi yapan biri olduğunda, hangi şart altında olursa olsun şahidliği ifadan çekinmemesinde, hem de fiilin kendisinde, yani şehadeti çok yerine getirmede olmalıdır.
Allahû Teâla için düşünüldüğünde O'nun her şeye ve her zaman şahid olduğu; hiçbir şeyin O'nun şahidliği dışında olmadığı ve olmayacağı; yarattıklarının hayır olsun, şer olsun bütün yaptıklarına şahid olduğu; -onlara kendi şah damarlarından daha yakın (Kaaf Sûresi, Âyet 16) olacak şekilde- her an onlarla birlikte olduğu anlamı açıktır. Hz. Peygamber için ise O'nun, “Hele bir de her ümmet içinde kendilerinden aleyhlerine bir şahid ba's edeceğimiz, seni de bütün onların aleyhine tam bir şahid getirdiğimiz gün (bir bak onların hali n'olacak!)...” (en-Nahl Suresi, Âyet 89) âyet-i kerimesinde vurgulandığı üzere bütün ümmetler hakkında şehadette bulunacağı, şahidliğine muhtaç olanların sayısının, şahidliğe konu olan hadise ve ihtilâfların çok fazla olacağı; şahidliğinin de hem Allahû Teâla katında, hem de insanlar nezdinde her zaman makbul olacağı şeklinde iki tür mübalâğa söz konusudur. Allahû Teâla için değil de insanlar hakkında şahidlik söz konusu olduğunda, bunun şahidin adaletine, emanetine (emîn oluşuna) ve sadakatine/doğru sözlülüğüne delâlet ettiğini unutmamak gerekir. İşte bunun içindir ki âyet-i kerime, bu ümmetin “vasat” yani adaletli (Buhârî, Enbiyâ, 3), daima adalete riayet eden; her işi adalet üzere olan; dinleri ve imanları gereği hiç kimseye ve hiçbir şeye zulmetmeyen; her türlü aşırılıktan kaçınan bir ümmet olarak yaratıldığı müjdesiyle başlamaktadır. Bu ümmet, “Vasat ümmet” olma vasfını elbette Peygamberinden, O'nun getirdiği Hakk dinin prensiplerine bağlılığından almaktadır. Ama bu sayede kazandığı “diğer ümmetler üzerine şahid olma” ve diğer ümmetler hakkında “şahidliğinin Allah katında makbul olması” vasfı, acaba bu ümmetin salih olsun olmasın, adil olsun olmasın bütün ferdleri hakkında geçerli midir? “Bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun” cümlesi, bu konuya ışık tutmakta ve bu ümmet için de şehadeti edaya lâyık olmayanların da bulunabileceğini ima etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in, mahşerde ümmetinden bazılarının havzı kenarından sürüklenerek götürüldüğünü gördüğünde “Rabbim, ashabım, Rabbim ashabım!” yani ey Allahım, onlar benim ümmetimden diyerek niyazda bulunduğunda Allahû Tealâ'nın: “Senden sonra onların neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun” buyuracağı (Buhârî, Rikaak, 53) haberi de buna işaret etmektedir. O halde Hz. Peygamber'in kendi ümmeti hakkında şehadetinin mutlak olmadığı; onlardan salih olanlar yanında, günahkârların da olacağı vâkıası yanında geçmiş ümmetler ve hattâ geçmiş Peygamberler hakkındaki şehadetinin ise mutlak olduğu biraz önce verdiğimiz Nahl Sûresi’ndeki âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in, diğer ümmetler aleyhinde şahidliğinin, özellikle o peygamberlerin, kendilerine yüklenen risalet görevini tam olarak yerine getirip getirmedikleri konusunda ümmetleriyle ihtilâfa düştüklerinde olacağı bir hadis-i şerifde açıkça belirtilmektedir. Bu hadis-i şerifte anlatıldığına göre, âhirette Hz. Nûh ve kavmi hesaba çekilmek üzere getirildiklerinde, Allahû Tealâ Hz. Nûh'a soracak: “Bunlara risaletimi bihakkın tebliğ ettin mi? Risalet görevini ifa ettin mi?” Hz. Nûh: “Evet Rabbım, onlara Hakk’ı tebliğ ettim” diyecek. Kavmi ise: “Hayır, bize herhangi bir Peygamber gelmedi” diye onun risaletini inkâr edecekler. Bunun üzerine Allahû Tealâ, Nûh'a (as): “Peki, senin risaleti ifa ettiğine bir şahidin var mı?” diye sorduğunda O: “Bana (son peygamberin) Muhammed ve O'nun ümmeti şahidlik eder” diyerek Efendimiz'den şahidlik talebinde bulunur. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle devam eder: O zaman biz: “Evet Rabbim, o, Senin risaletini kavmine ulaştırıp tebliğ etmiştir” diye şehadette bulunacağız.
İşte Allahû Tealâ'nın: “Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır ki; insanlara / diğer ümmetlere karşı şahidler olasınız. Bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun...” kavli budur. (Buhârî, Enbiyâ, 3)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.