İran, Devrim ve Namaz
Bazen, kütüphanenizde aylardır, hatta yıllardır ilişmediğiniz kitaplar birden gündeminize giriverir. İran’da seçim sonrasındaki iç savaşı hatırlatan üzücü manzaralar, hepimize “İran’a ne oluyor?” sorusunu sordurttu ve eminim ki, cevabını aramaya da sevk etti. Ortada bir yığın siyasal, sosyal, stratejik analiz uçuşuyor; komplo teorileri konuşuluyor. Bu köşenin bu türden analizlere mesafeli durduğunu biliyorsunuz. Biz olaya farklı bir yerden bakacağız. Kütüphanemdeki iki kitapta yer alan iki anekdotu sizlerle paylaşıp kanaatimi arz edeceğim:
Birinci kitap: Asaf Hüseyin’in “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” isimli kitabı (Pınar Yay: İst-1988). Kitap, elbette 1979 İran Devrimini, devrimin temel dinamiklerini, İran’daki güç dengelerini ve özellikle dışarıdan tezgahlanan karşı devrim çabalarını analiz ediyor. Benim dikkatimi çeken ilginç husus; otuz yıl öncesinde, ulemâ sınıfı arasında ciddi ve derin ayrılıkların mevcut olması. Yazar, devrime karşı çıkan Şeriatmedari tipolojisini uzun uzun analiz etmiş. Devrimi takip eden otuz yılda, ulema arasındaki bu türden ya da sonradan oluşan ayrılıkların, derin ihtilafların tamamen izale edilemediği anlaşılıyor.
İkinci kitap: Muhammed Selahaddin’in “Özgürlük Arayışı ve İslâm” adlı kitabı (Pınar Yay: İst-1989). Bu kitaptaki bir anekdotun, İran İslam Devrimindeki bir soruna farklı bir pencere açacağını düşünüyorum:
“Hz. Ömer (r.a) bir gece yürüyüşü sırasında, bir kişinin evinde şarkı söylediğini duydu. Hz. Ömer bunun üzerine kuşkulandı ve duvara çıkıp evin içine baktı. Orada hem içki hem bir kadın olduğunu gördü. Hemen (içeri girip) seslendi: ‘Ey Allah’ın düşmanı! Sen Allah’a itaatsizlik edeceğini ve Allah’ın da senin itaatsizliğini dünyaya açıklamayacağını mı sanıyorsun?’ O kişi cevap verdi: ‘Yâ Emîre’l-Müminîn! Acele etmeyin, sakin olun. Ben bir günah işledimse, siz üç günah işlediniz. Allah, gereksiz merakı (tecessüs) yasaklamıştır; siz merak ettiniz. Allah, başkalarının evlerine kapılarından girilmesini emretmiştir; siz duvardan çıkıp geldiniz. Allah, başkalarının evlerine izinsiz girilmemesini istemiştir, siz ise iznim olmadan evime girdiniz.’ Hz. Ömer bunu duyunca; ‘Ben seni affedersem, sen de beni affeder misin’ dedi. Adam da; ‘Affettim gitti’ dedi (s.251). Bu olayın devamına dair şöyle bir anekdotu da eklemeliyim: “Bu adam Hz. Ömer’le bir türlü göz göze gelmek istemez. Bunu fark eden Hz. Ömer, onu ilk gördüğünde yanına çağırır. Adam, ‘eyvah, Ömer sırrımı açığa vuracak’ diye korkarken, Hz. Ömer; ‘Kulağını bana yaklaştır’ der ve ekler: ‘O olayı dışarıda bekleyen arkadaşıma bile anlatmadım’. Adam rahat bir nefes alır. Hz. Ömer’e: ‘Kulağını bana yaklaştır’ der ve şunu söyler: ‘Ben de o günden beri ağzıma bir damla içki koymadım’.
Diyeceksiniz ki; bu anekdotla ne anlatmak istediniz? Müsaadenizle, bir görüşmeyi de paylaşayım:
Namaz Gönüllüleri Platformu’nu oluşturup faaliyete başladığımız günlerde; İran radyosunun Türkçe servisinden arayıp sordular: ‘Bu kadar farklı kesimden aydınların namaz için bir araya gelip platform oluşturmaları çok ilginç. Biz İslami hayat tarzını yukarıdan aşağıya yaymaya çalışıyoruz ama sıkıntılar yaşıyoruz; siz ise aydın kesimin öncülüğünde namazı halka sevdirmeye çalışıyorsunuz.’ Sonraki görüşmede, İran’da “Dua Festivali” türü kampanyaların yapıldığını söylediler. Ama yukarıdan aşağı bir yaşam biçimini yaygınlaştırmanın öyle kolay olmadığı, otuz yıllık devrim sürecinin geldiği son noktadan anlaşılıyor.
İmdi, Namaz Gönüllüleri hareketinin üç yıllık mütevazı çalışması şunu ortaya koydu: Biz Müslümanlar, şimdiye dek, namaz bilincini İslami çalışmalarımızın merkezine alamamışız. Her mezhebin, meşrebin, cemaatin kendine göre farklı öncelikleri olmuş. Oysa İslam’ın ilk yıllarına; vahyin inişiyle başlayan o muazzam inkılâp sürecine baktığımızda şunu görürüz: Peygamberimiz (s.), 23 yılda, cahiliyenin en dip çukurundaki bir toplumu tarihin en örnek toplumu haline Kur’an ve namazla getirdi. Yani onların kalplerini, ruhlarını yıkayıp arındıran, zihinlerini, düşünce kodlarını, davranış kalıplarını, değer yargılarını değiştirip yeni bir forma sokan, onları “sıbğatullah” ile yani tevhid boyasıyla boyayan elbette Kur’an’dı. Ama Kur’ân’ın ve Peygamber’in (s) Tevhid’den sonra emrettiği ilk amel de “Tevhîd eylemi” olan namazdı. İlk müminleri sürekli diri ve dirençli tutan, önce 2 vakit, Miraç’tan sonra 5 vakit omuz omuza kıldıkları namazlar ve Kur’ân ayetleri idi. Yani İslami pratiğin omurgası başından beri namazdı. İmandan sonra emredilen ilk farz olması itibariyle, bütün zaman ve mekânlarda İslami çalışmaların öncelemesi ve önemsemesi gereken ilk esas namaz olmalıydı. İşte Namaz Gönüllüleri böyle bir eksikliğin telafisi için ortaya çıktı. Daha açık söyleyeyim, misallerle: Oruçtan önce namaz! Zekattan önce namaz! (Kur’an namazla zekatı birlikte zikreder ama namaz öndedir.) Hacdan çok önce namaz! Tesettürden önce yine namaz! İçki ve faiz yasağından önce namaz! Yani; insanlar önce imanın tadına erecek, Tevhîd’in hakikatini kavrayıp hayatlarının merkezine Allah’ı koyacaklar, hemen ardından Tevhîdin pratiği olan namazla Tevhid şuurunu sürekli zinde tutacaklar; sonra da İslam’ın hukuk ilkelerini peyderpey yaşayacaklar. İslâm’dan, Kur’ân’dan bîhaber insanlara bütün kuralları birden boca ettiğinizde bunu kaldıramazlar. Bu, fıtrata da terstir. Ben, İran’da yaşanan sıkıntının bir yönüyle bu silsile-i meratib ile alakalı olduğunu düşünüyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.