Eylül’e düşmüş iki kara leke...
Dün, 12 Eylül askerî darbesini, evvelki gün de Amerika’da gerçekleşen 11 Eylül saldırılarını tekrar tekrar hatırladık.
İkisi de yeni bir sistem kurma çabalarıyla ilişkiliydi...
Biri Türkiye’yi terörden kurtaracaktı, diğeri de bir terör saldırısının sağladığı meşruiyete sırtını dayayarak dünyayı..
12 Eylül’e kadar ihtilalin şartlarının olgunlaşması (terörün azdırılarak) beklenmişti. 11 Eylül ise küresel çaplı ihtilal fikrinin kuvveden fiile geçirilmesinin zamanı geldiğini işaretliyordu.
12 Eylül’ün açtığı yaralar hâlâ kapanmadı. 11 Eylül’le ABD’nin kalkıştığı küresel işgal ise yeni yaralar açmaya devam ediyor.
İki olay, Eylül’e düşmüş iki kara leke...
Yerel taşeronların katkısıyla kotarılmış iki siyasi mühendislik projesiydi bunlar. İlkinin etkisi Türkiye’ye ve bölgesine has iken, ikincisinin etkisi ise küresel.
İki mühendislik projesinin de kaldıraç gücü terördü. Terör, bilindiği üzere elde edilmek istenen sonucun çapına göre planlanır. Böylece terör tehdidini ensesinde hisseden insanın kimyası bozulsun, toplumların iradesi felç olsun ve sağduyusunu yitirmiş toplumlar dayatılan mühendislik projelerine gayri iradi ikna olsunlar.
Gına gelse de bu senaryoyu tekrar tekrar izler dururuz maalesef.
12 Eylül darbesine giden yolun taşlarının gizli bir el tarafından nasıl döşendiği, aynı silahla bir solcu öğrencinin önce Ankara’da ertesi gün de sağcı bir gencin başka bir yerde öldürüldüğünü bugün bilmeyen yok artık.
Darbe, yerli güçlerin orijinal planı değildi. Onlar, kişisel ikballerinin peşindeydiler. Darbenin serencamını da; ABD Başkanı Jimmy Carter'a “Bizim çocuklar darbe yaptı” diyen CIA mensuplarının sözleri özetleyecekti.
Ama ödenen bedel çok ağır olmuştu: 650 bin gözaltı. 1 milyon 700 binden fazla fişleme. 50 kişinin idamı. Yaşanan derin acıların meydana getirdiği toplumsal travma.
Ama gel gör ki; darbe kurumları yaptığı anayasasıyla beraber bugün de ayakta. Darbecilerin yargılanmaması ise işin cabası.
Nihâyetinde darbe hâlâ tam yüzleşemediğimiz tarih sayfamıza düşmüş kara bir leke.
CIA’nin ‘Bizim çocuklar’ı 11 Eylül olaylarında da işbaşındaydı.
The Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, 25 Ağustos 2007 tarihinde; “11 Eylül ‘gerçeği’ni dahi sorguluyorum” (Even I question the 'truth' about 9/11) başlıklı önemli bir makaleye imza atmıştı. O makaleyle, Fisk, cevaplanması gereken soruları gündeme getirmiş, kendisinin komplo teorileriyle işinin olamayacağını belirttikten sonra, sorduğu sorularla, bize gösterilen fotoğrafla hakiki fotoğrafın örtüşmediğini ortaya koymuştu.
11 Eylül’ün arkasındaki sırlar birçok yönüyle aydınlanmış olmasa da olayın bir kurgu olduğu artık çok geniş kesimler tarafından paylaşılmaktadır bugün.
Evinde vurulan Amerika saldırıyı bahane ederek önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgal etti. Bu işgaller başarılı olsaydı Suriye ve İran’a da sıranın geleceği âşikârdı.
ABD’nin küresel askerî çıkarması enerji kaynaklarını, onların dünya piyasasına aktığı güzergâhlarını kontrol etmeyi, böylece başta Çin, Rusya ve Hindistan olmak üzere Amerika’ya rakip olabilecek muhtemel güç merkezlerini kontrol etmeyi hedefliyordu.
Dünyaya nizam vermeye kalkmadan önce çıkarmanın ideolojik temellerini kurmaya çalışmışlardı. Ve bu zeminde Bernard Lewis “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya attı 1990’ların başında. Arkasından bu kavramı Lewis’ten ödünç alan Samuel Huntington CIA’nin sunduğu lojistik destekle tezi geliştirip aynı adla kitaplaştırdı. Kitleler, popüleritesi yüksek medya ve sinema gibi araçlar üzerinden zihinsel olarak sürece hazırlandı.
Irak ve Afganistan işgal edildi. 1.5 milyon civarında insan katledildi. Milyonlar evlerini terk etmek zorunda kaldı. İşgal edilen ülkelerin tarihî ve yeraltı zenginlikleri yağmalandı. Dünyanın dört bir köşesinde işkencehâneler kuruldu.
Sonuç olarak ABD’nin imza attığı katliamlar, Müslümanları derinden sarsan tarihî Moğol istilası gibi bölge insanının tasavvuruna bir daha silinmemek üzere kazındı, bütün katranlığıyla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.