Milletin efendisi Afrika’da...
Geçenlerde Trakya’da bir köy kahvesinde birkaç kişinin konuşmasına kulak misafiri oldum...
Köylüler, bir Afrika ülkesi olan Sudan’da önümüzdeki yılın muhtemel susam hasadını ve fiyatlarını tartışıyorlardı...
Ne alaka diye düşünürken, konuşma geçen yıl orada yaptıkları anlaşılan taktik hatalarının muhasebesine döndü... Ben de merakıma yenilip lafa karıştım...
- Siz Afrika’da ticaret mi yapıyorsunuz?
- Yok! Sudan’da susam ekeriz...
- Ektirirsiniz yani, tüccarsınız...
- Yok, be yahu! Gider ekeriz orada son birkaç seneden beri... Hasadı kaldırır, satar döneriz...
- Buralarda tarım kârlı değil mi ki ta Afrikalara kadar gidiyorsunuz...
- Değil...
Cevaplarla birlikte uzayan sohbette devletin tarım politikaları, birlikteki ayak oyunları, tüccar baskısı, mazot, ilaç, gübre fiyatları, limanları dolduran tahıl yüklü yabancı gemilerin istilasını enine boyuna anlattılar...
Çoğu da zaten Türkiye’nin tarım sektöründe kangrene dönüşmüş bilindik meselelerdi...
Ben ise, köylünün Trakya’dan kalkıp da Sudan’a kadar gitmesine, orada susam ekmesine takıldım...
Çünkü tarif etmeye çalıştıkları şey aslında bir tür sahipsizlik hissiydi...
Marksist ideolojinin elinden tutup metropol varoşlarına savurduğu, tatlı su kapitalisti liberallerin düşman belleyip yok etmeye çalıştıkları bu sınıf, kendi kendine alternatif hayatta kalma teknikleri geliştirmiş anlaşılan...
Karşınızdaki adamlar işadamı, ya da tüccar filan değil...
Hele de ithalatçı hiç değiller...
Sadece ziraatla uğraşan köylüler...
Cumhuriyet ideolojisinin, milletin efendisi olarak çerçeveletip dekorasyon malzemesi gibi duvara astığı bu insanlar, bir şekilde cumhuriyet hudutlarından firar ederek başka bir kıtada ziraat maceralarına kalkışmış durumdalar...
Bir ülkenin köylüsünün, başka kıtalara giderek ziraatini orada yapıp dönmesi acaba iyi bir şey midir?
Yani memlekete üç beş kuruş döviz getirecek güzide bir teşebbüs müdür?
Belki de ekonomi zeminin veya üretimin en stratejik halkasının çözülmeye başladığına dair bir işarettir...
En azından şu ana dek alışılmış bir durum olmadığı açık...
Galiba son yıllarda Türkiye ekonomisindeki istikametsizliğe karşı oluşan “kendi yolunu çizme refleksinin” köylere kadar yansımasının bir parçası bu...
Ankara kulaklarını tıkamış ve bütün mesaisini AB üyeliği projesi üzerine harcıyor...
Bu yoğunluk, siyaset cephesinde ve devletin yeniden yapılandırılmasında olumlu sonuçlar üretiyor kuşkusuz...
Fakat aynı anda Türkiye ekonomisine “ben meşgulüm, git derdini Marko paşaya anlat” devri de yaşatıyor...
Varsa yoksa bütün mevzu, Avrupa Birliği müktesebatına uyum ve ilerleme raporları etrafında dönüyor...
O da öğrencilerin kütüphaneden makale jiletleyip, baştan savma ödev hazırlamasından öteye gitmiyor...
Ne hikmetse, Avrupa ekonomisini biçimlendiren bu kurallar ve kanunlar bütünlüğü, Türkiye’ye gelince bir anda etkisiz elemana dönüşüyor...
Dönüşmekle de kalmıyor, pratik etkileri itibariyle sosyal ve ekonomik hayatta kör topal işleyen eski düzenin kırıntılarını da yok ederek bir pusulasızlığa yol açıyor...
Üretim sektörlerinde yaşanan “pusulasızlık sorunu” pek hayra alamet değil...
Ankara’nın, “kriz var, vergimi salarım, bütçemi bağlarım” yaklaşımı da sorunu derinleştirmekten öteye gitmiyor...
Köylüler bile Afrika ülkelerine susam ekmeye gidiyorsa, tarımda gelinen noktayı bir daha gözden geçirmek gerekiyor...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.