Türkiye'nin Ayrıcalıklı Konumu Bağlamında 'Türkiye-ABD İlişkileri'
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler çok yönlü, değişken, dinamik, bölgesel ve küresel nitelikleriyle ayrıcalıklı bir uluslar arası özellik taşımaktadır. ABD; küresel kapsayıcılığa sahip neredeyse tek süpergüç olması nedeniyle, ittifak ilişkisine girdiği ülkeleri önemli ölçüde karmaşık ve çok yönlü ilişkiye açık hali getirmektedir. Pek tabii olarak, ABD ile müttefik konumuna sahip olan ülkelerin her biri de “sahip oldukları jeokültürel, jeostratejik, jeoekonomik, jeososyal ve jeopolitik konumlarındaki kapsayıcılık boyutu ölçüsünde” çeşitli, değişken ve geniş ilişkiler ağına sahip olmaktadırlar. Öte yandan ABD ile yakın ilişki içerisine giren ülkelerin her biri ayrıca, sahip oldukları farklı özelliklere göre ABD’nin ilgisini çekmekte ve bu devasa güce “ittifak ilişkilerini” çekici ve cazip göstermektedirler.
ABD ile girilen müttefiklik ilişkilerinde belirleyici olan konum “asimetrik denge” ve “tek yanlı onay” olmakla birlikte; buna rağmen, yakın ilişkilerin “zorunluluk temelinde sürdürülebilirliği ölçüsünde” zayıf pozisyona sahip müttefik de önemli ölçüde kazanımlar elde etmektedir. Yine de, şu gerçek hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutulmamalıdır; ittifak ilişkisine girilen ülke süpergüç ABD olduğu sürece, zayıf konumdaki taraf sürekli olarak itaat eden ve yönlendirilen müttefik olmaya mecbur ve mahkûmdur. Söz konusu “ikincil konumdaki ülke” Türkiye olduğunda da bu gerçek değişmemekte ve ABD’nin yönlendirmelerine belli ölçüde de olsa uyulmak zorunda kalınmaktadır. Bu konudaki ender istisnaların başında, 1 Mart 2003 tarihli “Irak’a saldırıya doğrudan desteği öngören” Tezkerenin TBMM’de reddi gelmektedir. 1 Mart tezkeresinin reddinde, belirleyici olan sebeplerin başında Türkiye’nin ulusal ve ülkesel bütünlüğüne yönelik tehdit ve tehlikenin kapımıza dayanmış olması başlıca sebep olmakla birlikte; ayrıca, Türkiye’nin “tarihi sorumluluğu” ve “jeokültürel konumu” da bu reddiyede önemli bir rol oynamıştır.
İşte tam bu noktadan baktığımızda Türkiye, henüz “bölgesel bir güç” olmamasına rağmen, sanki “küresel aktör”müşçesine, neredeyse dünyanın her köşesindeki gelişmelerle “tarihsel, kültürel, dinsel, ırksal, etnik ve coğrafi konumu” sebebiyle birebir ilgili bir yapı arz etmektedir. Dolayısıyla, Genişletilmiş Ortadoğu denen Kuzey Afrika, bütün Arap Yarımadası, Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar, Akdeniz, Karadeniz, Afganistan, Pakistan ve Küçük Asya (Türkiye)’nın da içinde bulunduğu geniş coğrafyanın merkezi ve çekirdeği konumundaki ülkemiz, jeokültürel bağlantı içerisinde bulunduğu bu geniş alanla ilgili kapsamlı işgal, istila, ufalama, ayrıştırma, çatıştırma, asimile etme ve köleleştirme hamlelerine maşa olmak istemeyerek 1 Mart tezkeresini reddetmiştir. Zaten bu ayrıcalıklı, dirençli, aykırı, pervasız ve özellikli konumu sebebiyle Türkiye, yaşanan bütün olumsuzluklara ve bilinçaltındaki düşmanlıklara rağmen, öteden beri Batılıların dikkatini ve ilgisini çekmiştir.
Bu noktadan bakınca, Türkiye açısından en dikkat çekici bir durum da şudur: Türkiye, sahip olduğu farklı kimlik ve yapısal özelliği nedeniyle “en zor koşullarda ve önemsiz varsayıldığı dönemlerde bile” sürekli olarak Batılılar nezdinde müstesna ve olmazsa olmaz konumunu muhafaza etmiştir. Açıkçası, Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerinde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyetinin en sıkıntılı dönemlerinde bile, “ülkenin istikbali ve hayati menfaatleri tehlikeye düşecek” olsa bile, bizi biz yapan ayrıcalıklı değer ve özelliklerimize zarar verecek hiçbir girişime göz yumulmamış ve yandaş olunmamıştır. İşte, Irak’ın işgaline ve dolayısıyla Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası’nın neoemperyalizme kurban edilmesine destek olma anlamına gelebilecek olan 1 Mart Tezkeresine “Türkiye’nin ABD-İsrail-AB mihveriyle olan bütün ittifak ilişkilerinin bitmesini bile göze alarak” onay verilmemiştir.
Peki, Türkiye hangi ayrıcalıklı ve vazgeçilemez özelliklere sahip ki, Mihver ülkelerine karşı bu derece net bir direniş göstermekten çekinmiyor; ya da Türkiye’nin rest çekmelerine rağmen, Mihver ülkeleri Türkiye’yi tamamen dışlamaktan kaçınıyorlar? Evet, Türkiye’nin “konumuna dayalı” bu ayrıcalıklı durumunu kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1- Türkiye’nin jeopolitik konumu: Türkiye, “jeopolitik konumu” sebebiyle 1920–1945 yılları arası dönemde çeşitli vesilelerle ya ele geçirilmeye çalışılmış ya da ittifak ilişkilerine zorlanmıştır. Gerçekten, gerek Milli Mücadele yıllarındaki işgal girişimleri ve aynı dönem zarfında elden kaçırmamak için girilen gizli ilişkiler, gerek 1930’lu yılların kutuplaşmacı uluslar arası ilişkiler zemininde Türkiye’nin isteklerine itiraz edilmeyerek “Boğazlar ve Hatay’ın statüsünün” lehimize değiştirilmesi ve gerekse İkinci Dünya savaşı ortamında savaşan tarafların Türkiye’yi kazanma adına verdikleri tavizler ve katlandıkları karmaşık yaklaşımların hepsi Türkiye’nin jeopolitik öneminden kaynaklanmaktaydı.
2- Türkiye’nin jeostratejik konumu: Benzer biçimde, 1946-1991 yılları arası dönemde Türkiye, bu defa da “jeostratejik konumu”yla hem Batı Bloğu hem de Doğu Bloğu’nun ilgi odağı olmuştur. Türkiye’yi kazanma adına, her iki bloğun yaptıkları farklı hamleler neticesinde ülkemiz, 1944 yılında yapılan yüzdeler antlaşmasının da etkisiyle, Atatürk’ün daha önce işaret ettiği yön istikametinde, Batı Bloğu’nun şemsiyesi altına dâhil olmuştur. İki kutuplu bir sistemin egemen olduğu o zamanki uluslar arası ilişkiler ortamında “Batı Bloğu’nun aktif bir müttefiki” olmamıza rağmen; Doğu Bloğu’nun lideri ve sahibi konumundaki Sovyetler Birliği (SSCB)’nin her ne zaman kapısını çalmışsak, karşılığında çok ciddi yatırımları yapmamız için gerekli desteği bulmuşuzdur. Sadece bu durum bile, Türkiye’nin ne derece önemli ve tercihe şayan bir ülke olduğunun yegâne kanıtıdır.
3- Türkiye’nin jeokültürel konumu: İlginçtir; ülkemizle ilgili olarak soğuk savaş sonrası dönemde ileri sürülen “hafife alıcı iddialara” ve Batılıların Türkiye’yi dışlama hamlelerine rağmen; 1991 yılından itibaren Türk dünyasının önünün açılmasının verdiği olumlu hava biryana, 11 Eylül 2001 yılından sonraki “Tek Kutuplu Küresel Sistem (TKKS)” kurma girişimleriyle birlikte “Türkiye yeniden cazibe ve güç merkezi” haline gelmiştir. Bu yeni dönemde ise, Türkiye’nin özellikle “jeokültürel konumu” ciddi anlamda dikkat çekmeye başlamıştır. Bu konumu ve özelliği nedeniyle Türkiye, gerek Avrupa Birliği, gerek İsrail ve gerekse de ABD için yadsınamaz, dışlanamaz ve olmazsa olmaz bir konuma yükselmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu yeni konum, Batılılar için hem gerekli ve hem de bir tehdit unsuru içermesi nedeniyle maalesef, ülkemizin geleceği ciddi anlamda tehdit ve tehlike altındadır.
Zira bugünün koşullarında Batı’yı tehdit eden güçler yoktur; bilakis Batı’nın tehdit ettiği kocaman bir İslam dünyası vardır. Türkiye, mensubu bulunduğu İslam coğrafyasında, geçmişini inkâr etme pahasına, içerisinde bulunduğu Batı ittifakının keyfi emellerine hizmet etmek üzere bizzat ABD tarafından göreve çağrılmaktadır. Açıkçası, ABD liderliğindeki koalisyon; bir taraftan Türkiye’yi “maşa olarak kullanarak” Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)’ne hayatiyet kazandırmaya çalışırken, bir taraftan da “PKK terörü üzerinden” Türkiye’yi parçalamak istiyorlar. Eğer Türkiye, efelenir ve maşa olmak yerine ortak olmaya yeltenirse “gözünün yaşına” bile bakmaz, mutlaka alternatifini oluşturarak onu (Türkiye’yi) harcamaya yeltenirler. Zaten, “Barzani ve Talabani”nin Türkiye’yi tehdit edecek derecede ileri gitmelerinin temelinde de bu gerçek vardır aslında. Açıkçası, bu hassas dönemeçte, Türkiye için en önemli çıkış yolu; Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) çerçevesinde, özellikle “İran-Pakistan-Türkiye örtülü mihveri” oluşturularak, ABD-İsrail-AB mihveriyle “simetrik denge” esasına göre yeni bir ittifak ilişkisi geliştirme yolunun zorlanmasıdır.
O halde, denebilir ki; burada ciddi bir açmaz, sorun ve tehlike var: O da, “yapıcı diyalog ve düzeyli diplomasi” geleneğine rağmen Türkiye’nin zamansız, tedbirsiz, dikkatsiz ve gereksiz(!) efelenmelere kalkışmasıdır. 1 Mart 2003 tarihinde “haklı olarak” reddedilen tezkere sebebiyle Türkiye, “haksız olarak” efelenen konumunda lanse edilmiştir. Bu sebeple ABD, ondan sonraki dönem boyunca, Türkiye’nin müttefikliğinden ziyade, alternatifinin oluşturulması üzerinde yoğunlaşmaktadır. O nedenle, Türkiye, çok dikkatli davranmak zorundadır. Bugün, PKK terörü başta olmak üzere, Irak’taki ve Ortadoğu’daki gelişmeleri bu zaviyeden ele alırsak, meselenin içyüzünü, net bir şekilde ortaya sermiş oluruz. Açıkçası, jeokültürel konumu Türkiye’yi, zorunlu olarak evrensel gelişmelerin neredeyse tümüyle ilgilenmek durumunda bırakarak “küresel aktör adaylığı”na sürüklemektedir.
Ama “ayağımızı yorganımıza göre uzatma” alışkanlığımızı terk ederek, gücümüzün ötesinde blöf çekmeyi alışkanlık haline getirirsek, beklenmedik “yıkıcı sürprizlerle yüzleşmek” durumunda kalabiliriz. Çünkü Türkiye-ABD ilişkilerinin bütünü söz konusu edilince; yüzlerce farklı ülkeden kaynaklanan gelişmelerin Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilediği görülmektedir. Bu karmaşık ilişkilerinden kaynaklanabilecek muhtemel sorunların her birisiyle yüzleşmeye, değil Türkiye’nin, neredeyse “orta büyüklükteki” hiçbir ülkenin gücü yetmez. Aslında, Avrupa ülkelerinin bütünleşme projelerinin temelindeki bir gerekçe de budur. O nedenle, hamaset duygularını bir tarafa bırakıp; yapıcı bir üslupla, bir taraftan müttefiklerimizin zayıf yanlarından istifade etmeye çalışırken, diğer taraftan da onların beklentilerine “pro-aktif yaklaşımlarla” zararsız bir şekilde karşılık verilmeye çalışılmalıdır derim. Vesselam.