Cinci hocalar tarihinden bir ibret levhası
Gün geçmiyor ki, laik basında bir "Cinci Hoca" skandalı yankılanmasın. Arıyorlar, buluyorlar, televizyonlara çıkarıp, bir kanaldan diğerine, hallaç pamuğu gibi savuruyorlar.
Laik basın bu işi, "Bu işin aslı yoktur." demek içn yapıyor. Birkaç şarlatan bulup, "Bakın nasıl şarlatan" diye ortaya sürüyorlar. Böylece bir taşla birkaç kuş vurmuş olduklarını sanıyorlar:
“Eğer cinci hocaların birkaçı şarlatansa, cinci hocaların hepsi şarlatandır. Eğer cinci hocaların hepsi şarlatansa, cinin aslı yoktur. Cinin aslı yoksa, dinin de aslı yoktur!”
Evet, biraz Aristo mantığı, biraz da 19. yüzyıl kaba pozitivizmi, onları bu sonuca götürüyor. Zaten "Cinci Hoca" programlarının pek çoğu, izleyicinin de bu sonuca varması için yapılıyor. Bir de onlara psikolojik destek sunan, "din bilgini" dedikleri ilahiyat memurları var...
Oysa bir meslekte çıkan birkaç şarlatana bakıp da "Bu işlerin aslı astarı yoktur!" demek mümkün olsaydı, bugünün doktorlarının, mühendislerinin, avukatlarının, politikacılarının, ilahiyatçılarının, hatta ve hatta gazetecilerinin mesleğini tümden inkâr etmek gerekecekti.
Her Müslüman bilir ki, cinlerin de, insanları cinlerin tasallutundan kurtarmanın da bir hakikati vardır. Sade Müslümün bilmez; Hıristiyanlıkta da, Yahudilikte de, eski Yunan'da da, Sümer'de de, Kızılderililer arasında da, Afrika kabileleri içinde de bilinir bu.
Tek bilmeyen, Aristo mantığını yalan yanlış kullanan ve sırtını en sığ bir pozitivizm çeşidine yaslayan laik basın ile, onların din sahasında görev yapan ilahiyat memurlarıdır. Eğer laik basın şarlatansa, onların ilahiyat memurları da şarlatansa, geriye bir tek hüküm kalıyor:
Aşağıda okuyacağınız "Cinci Hoca" hikâyesi, sadece cinci hocalar arasında bir şarlatanlığın değil, gazeteciler, ilahiyatçılar, hukukçular, politikacılar, doktorlar, hasılı bilumum meslekler içindeki şarlatanlığın ibret hikâyesidir.
Gördünüz, bizim bir taşımız kaç kuş vurmaya kâdir ve sizin "taşlarınıza" hiç benziyor mu?
BİR 17. YÜZYIL MASALI
Devlet-i Âli'nin 17. yüzyıldaki ahvali, tam bir perişanlık, şaşkınlık, bozulma ve çözülme manzarası arzeder. İçinde "İkinci Viyana Bozgunu" gibi bir rezaleti, "Pasarofça Antlaşması" gibi bir vaziyeti ve "Genç Osman'ın Katli" gibi bir fecaati barındırır bu devir. Yeniçeri şımarıklığı padişah iradesinin üstüne çıkmış, Celâli isyanları bütün Anadolu'nun ırz ve namusunu talan eder hale gelmiş, Sabetay Sevi zuhur etmiş, rüşvet ve işret alıp yürümüştür. Onun için, tarihçiler bu devre "İnhitat", "Tereddi", "Dekadans" gibi sıfatlarla yaklaşırlar.
Bu devirde eski haşmetli sultan portrelerinden eser yoktur. Birbirinden alık, birbirinden silik, birbirinden soluk bazı göstermelik tipler vardır. Genç Osman ve IV. Murad gibi iki istidad da, biri talihsizliğinden, öbürü basiretsizliğinden, parlayamadan sönmüştür. Hikâyesini kısaca aşağıda göreceğimiz Deli İbrahim gelir onlardan sonra. Şehzadeliğinde, kapatıldığı Kafes Kasrı içindeki kafesinde, her an öldürüleceği korkusuyla yıllarca sıra beklemekten "nevrotik bir vak'a" olup çıkmış bu zat, hikâyemizin baş kahramanı Cinci Hüseyin Efendi'nin de hamisi pozisyonundadır.
Devlet-i Âli'nin izzet çağında, şehzadeler sancağa çıkarılırdı. Şehzadeler, uzak şehirlerdeki sancak görevlerinde, her türlü dini ve dünyevi terbiyeden geçer, devletin başına geçmek için lazımgelen kudrette donatılırlardı. Sonra bu usul terkedildi. Şehzadeler sancakta değil, Topkapı Sarayı'nın Kafes Kasrı'nda büyütülmeye başlandılar. Her an öldürülecekleri korkusuyla... Hatta II. Süleyman gibi bazıları, kendisini tahta çıkarmaya gelenleri öldürmeye geldiler sanıyor, uzun süre tahta çıkarılacağına inandırılamıyor, tahta çıktıklarında da kukla bir padişah olup çıkıyorlardı.
Deli İbrahim işte bu şartlarda delirdi. Daha şehzadeliğinde korkunç, cinnet nöbetleri geçirmeye başladı. Öyle attılar olmadı, böyle tuttular olmadı, sonunda Karagümrük esnafı arasında "Cinci Hoca" namıyla maruf birini buldular; Cinci Hüseyin Efendi... Onun saraya gelmesiyle, Deli İbrahim'in teskin olması bir oldu. Herkes bu işe şaşırdı. Cinci Hüseyin Efendi'nin maharetine kail olanlar oldu. Fakat Cinci Hüseyin Efendi'yi yakından tanıyanlar, onun Deli İbrahim'i ancak afyonlayarak teskin edebildiğini anlamışlardı. Nitekim sonraları bu yol da çare olmayınca, Deli İbrahim birtakım afrodizyaklarla hareme tıkılacak ve bırakın padişahları, insanoğlunun en acayip tiplerinden biri ortaya çıkacaktı.
CİNCİ HÜSEYİN EFENDİ
Cinci Hüseyin Efendi, Zaferanbolu (Safranbolu) eşrafından gelmişti. Ecdadı meşayihtendi; en azından çevrede böyle bilinir, halkın tepkisini çekecek aşırılıklardan uzak dururdu. Onu da medrese tahsili görsün diye İstanbul'a yolladılar. Ama o Karagümrük'e adımını attığında, tahsilini yarıda bırakıp "Cinci Hüseyin Efendi" olup çıkıverdi. Gerçi geçimini güç bela sağlıyordu, ama yedi ceddinin bir araya getiremeyeceği servetlerle donanacağı günler yakındı.
1640'ta Deli İbrahim sultan olduğunda, bu şarlatan da, sultanı teskin eden afyonları hatasına, mabeyn hocalığına getirildi. Yani daha otuzuna gelmeden ve medrese tahsilini bitirmede "müderris-profesör" unvanını kuşandı. Devrin şeyhülislâmı Yahya Efendi bu karar çıldırdıysa da, birisi Fatih, öbürü Molla Gürani rolüne soyunmuş bu iki "çılgın Türk"ün hakkından gelemedi. Çok değil, 2 yıl sonra "Molla" payesine de yükselecek ve mevcut vazifesine ilaveten Galata Kadılığı'na getirilecekti.
Önce rüşvet almadan bakmadığı davaları bir müddet idare etti. Öyle ya, hakimlik, insanlar arasında karar vermek, bir bakıma dünyanın en beleş işiydi. Derken bir davayı eline yüzüne bulaştırdı. Ulema, ayağa kalktı. Ve bu şarlatanı azlettirdiler. Ama o Deli İbrahim'i afyonlamaya devam etti. Çok geçmedi, Cinci ve Afyoncu Hüseyin Efendi, Anadolu Kazaskerliği gibi eskisinden daha büyük bir rütbeyle yeniden yüz gösterdi. Ulema, aklını kaçıracak gibi oldu. Fakat bu sefer sultanın gözünü nasıl boyadıysa, Deli İbrahim ona Üsküdar'da mükellef bir saray bile inşa ettirmişti.
Sıra Cinci Hüseyin Efendi'nin evlenmesine geldi. Dayandı, devrin adalet bakanı Çivizade Mehmed Efendi'nin kapısına, tehditle kızını alıp gitti. Makamına oturur oturmaz, kadıları haraca bağlayıp, vermeyenleri azledip, yerlerine rüşvetle yenilerini tayin etmeye başladı. En yüksek rüşveti veren en güzel göreve geldiği için, sarayının kapısı kadı olmak isteyen it-kopuk takımıyla dolup taşmıştı. O da kapısında sıra bekleyenlerin gönlünü hoş tutmak için, rüşvetle göreve getirdiklerini de görevden almaya ve asların yerine yeni rüşvetlerle yeni kadılar atamaya başladı.
Bu arada, bütün bir adalet mekanizmasını zifte boyamakla kalmıyor, kendi gibi birkaçıyla kafadarlık ederek, bir gün ‘Kaptan-ı Derya’nın, bir gün sadrazamın, bir gün şeyhülislâmın ayağını kaydırmaya uğraşıyordu. Türlü iftiralarla, Kaptan-ı Derya Piyale Paşa'yı, sorgusuz sualsiz boğdurtan Cinci Hüseyin Efendi, zaman zaman aleyhindeki infialin ayyuka çıkmasıyla azledilmekle birlikte, bir müddet sonra padişahın kapısından ayrılmayarak kendini yine göreve getirtiyordu. Hakkındaki şikâyet kuyruğunun Fizan'a kadar uzanmasıyla, 1647'de tam 3 defa görevinden alındı ve görevine yeniden iade edildi. Artık hastalığı afyonla teskin edilmez olan sultana, birbirinden alımlı cariyeler sunma usulünün de mucidi olarak...
"KALDIRIN BU KÂFİRİ!"
Tarihte eşi-menendi görülmemiş, anlatılmaz bir adamdı Cinci Hüseyin Efendi. Anlaşılacağı gibi, "cinci" falan değildi. Bu lâkap onun için asıl mesleği olan şarlatanlığa giriş kapısı olarak, çıraklık devresinden hatıra almıştı. Asıl mesleğini(!) hukuk sahasında ve adalet üzerinde icra etmişti ki, bütün "paraperestler" gibi o da bir müddet muradına nail oldu.
Halbuki, Devlet-i Âli'nin kanına giren hiç kimse, belasını bu dünyada bulmadan, hesabını öbür dünyada vermeye gitmiş değildi. Cinci Hüseyin Efendi, aynı yıl dördüncü bir defa azledildi, bu sefer sarayı elinden alındı ve padişahla temas sağlaması engellendi. Bir yıl köşesinde ikbal bekledikten sonra, 1648'de bir isyanla Deli İbrahim alaşağı edildi. Aynı günlerde, divan çavuşları Cinci Hüseyin Efendi'nin kapısında belirip, devletin kasasında "cülus-tahta çıkış" bahşişi için gerekli para bulunmadığını, 200 kese akçeyi kendisinden talep ettiklerini bildirdiler. Yemin-billah etti, böyle bir parası olmadığına...
Araya kayınpederi Çivicizâde'yi soktular, yine parası olmadığını söyledi. Ertesi gün divan, çavuşları evinden alıp, türlü hakaret ve eziyetlerle sadrazamın huzuruna çıkardılar. Bir kez daha yeminler ederek parası olmadığını söyledi. Sadrazamın "Kaldırın bu kâfiri!" sözü üzerine zindana atıldı. Evinde yapılan aramada 200 kese akçe, 2 sandık dolusu altın, bohça bohça hediyeler ve 50 kadar samur kürk bulundu. Bir defa da meşhur Kara Ali tarafından sorgulandı; evinin merdiven altındaki bir zulada 12 güğüm dolusu halis akçe ile 70 bin kuruş nakit daha çıktı.
Bir kuruşunu bile sakınırken tüm malı ve mülkü derdest edilen "Paraperest", önce Mısır'a sürgün edildi. Sonra affedilerek yarı yoldan döndürüldü. Tam "kurtuldum" diye sevinerek Mihaliç'te istirahate çekilmişti ki, arkasından gönderilen bostancılar tarafından enselendi. Bir hayli eziyet ve işkenceden sonra, koynuna sakladığı kefen parası da elinden alınarak, Dar-ı Bekâ'ya havale edildi.
KISSADAN HİSSE
Görüldüğü gibi, mesele "Cinci Hoca" veya "Cinler var mı, yok mu?" meselesi olmayıp, bizzat şarlatanlık meselesidir. Ve bu şarlatanlığın peşinde koşan, ister "Cinci Hoca" olsun, ister "Gazeteci Bacı", ister "Politikacı Yağcı", ister "Girişimci Hacı", aynı mesleğin(!) erbabıdır. Ama ne yazık ki, bugün onları bu vasfıyla enseleyip, milletten çalıp çırptıklarını müsadere edecek ve haklarında "siyaset" hükmedecek bir kanun yoktur!..