TSK’yı korumak ve kollamak...
TSK’nın korunması ve kollanması nasıl olur? Dünkü yazımızı bu soru ile noktalamıştık.
Silahlı Kuvvetleri en iyi korumanın yolu, onu en fazla tahrip eden siyasetten uzak tutmaktan geçer. İki kere iki dört! Bu meselede son yüz yıllık geçmişe şöyle bir bakmak yeterlidir. Mesela Balkan Savaşı’nda yaşanan facianın, ordunun gırtlağına kadar siyasete batmış olmasından kaynaklandığını kim reddedebilir?..
Geçmiş yüz yıla dönük değerlendirmeyi, belki iki merhalede yapmak daha doğru olur. Birincisi, 1960’tan bu yana yarım asırlık süreçte yaşanan olaylar. İkincisi 31 Mart Vak’asından, yani 1909 yılından bu tarafa geçen yüz yılda, ordu-siyaset ilişkilerinde cereyan eden hadiselerin yol açtığı tahribat...
Bugün sadece 1960 ve sonrası üzerinde duracağız.
Silahlı kuvvetleri en çok yıpratan ve bu yıpranmayı kalıcı hale getiren en büyük olay, şüphesiz 27 Mayıs darbesidir. Çünkü orduda en büyük tasfiye o zaman yaşanmıştır. Bir kalemde yedi bin iki yüz küsur subay ordudan ihraç edilmiştir!.. 1950’li yıllarda başlayan cunta hareketleri, 1960’tan sonra önü alınamaz hale gelmiştir. Talat Aydemir ve arkadaşlarının başarısız iki tane kalkışması, Harp Okulu öğrencilerini de siyaset batağına çekmiştir. 1970’lerden itibaren cuntalar değişik fikri zeminlerde icrayı faaliyete devam etmiştir...
Bu süreçte, zaman zaman gizli veya açık hayli tasfiyeler yaşanmıştır. Mesela Namık Kemal Ersun olayında, yüzlerce subay tasfiyeye maruz kalmıştır... 28 Şubat süreci ile birlikte, acaba kaç bin tane subay ve astsubay; ihraç, istifa veya emeklilik suretiyle TSK’dan vakitsiz ayrılmıştır?
Emir-komuta zinciri içinde yapıldığı belirtilen 1980 ihtilali de orduyu fena halde örselemiştir... En kötüsü de darbecilik ve çeteciliğin artık bir hastalık haline gelmiş olmasıdır!.. Öyle ki, 1990’lı yıllardan itibaren girişilen darbe hazırlıkları ve darbe ortamı oluşturabilmek için başlatılan çeteleşme hareketlerinin vahim sonuçları, günümüzde mahkemeler önündeki binlerce sayfalık iddianame ve milyonlarca sayfalık bilgi ve belgenin konusunu meydana getiriyor...
Mesele apaçık ortadadır: Orduya en fazla zarar veren şey, siyasete bulaşmasıdır. Orduyu ne fazla yıpratan da, hiç şüphesiz darbeler; ihtilaller, cuntalar, çeteler ve her türlü kanun dışı yapılanmalardır. İşte son olarak, “Amirallere suikast” başlığı ile anılan iddianamede yer alan bilgi ve belgeler, gerçekten dehşet vericidir. Türk Silahlı Kuvvetlerine, hangi yollardan ve ne gibi metotlarla sızma yapıldığı, gencecik subayların kadın ve uyuşturucu vasıtasıyla nasıl tuzağa düşürüldüğü, kontrol altına alındığı ve böylece kirli oyunlara alet etme kumpaslarının ne şekilde yürütüldüğünün fâş olması, bazılarının gözlerini herhalde fal taşı gibi açmış olsa gerek!.. “Çağdaş Yaşam” adı altında, teğmenlere nasıl çengel atıldığını, “devrimci karargâh”larda ne gibi dümenlerin döndüğünü, galiba en gabi kişiler dahi fark etmiştir.
Şu halde sorunun cevabı gayet açık ve nettir. Ordu sadece işini yapar ve siyasetten uzak durursa, kendini en iyi şekilde korumuş olur. Başkasının koruma ve kollamasına da ihtiyacı kalmaz!
Son elli senedir ordu maalesef, hep İç Hizmet Kanunu 35’inci maddesindeki koruma ve kollamayı yanlış yorumlayarak siyasetin içinden çıkmadı. Oysa yapması gereken asıl şey, aynı kanunun 43. maddesi gereğince, asla siyasete bulaşmamasıdır. Ordunun siyasete müdahil olmasını savunanlar, kesinlikle iyi niyetli değildir. Asker bunu gözden kaçırmamalıdır!..