Bozacının şâhidi şıracı...
Cumartesi gecesi Çağdaş Gençlik Derneği’nin davetlisi olarak Çanakkale/Biga’yı ziyâret etmek nasîb oldu fakîre.
Fenerbahçe – Galatasaray “derbi maçı”na rağmen Biga Kültür Sarayı tıklım tıklım doluydu, elhamdulillâh! Biga’lı kardeşlerimin şuurlu ve de gönüllü tercihleri fakîri hakîkaten çok mütehassis etti – şerefli Vakit gazetemizin şerefli okuyucularının huzurunda hepsine samîmî şükranlarımı arz ederim... Hemen her kesimden, yaştan ve eğitim seviyesinden Biga’lı hanımefendiler ve beyefendilerle izzetli Ümmet-i Muhammed olarak, Hicret’in 1428. yılının sonlarına geldiğimiz şu günlerdeki hâl-i pür melâlimizin “neden”ini, “nasıl”ını irdeledik/sorguladık hep birlikte; önce “mubârek Kur’ân’ı yaşamak” ve sonra da “mubârek Kur’ân’la yaşamak” nedir, nasıl olur, nasıl olmalıdır/olmak zorundadır, onu konuştuk uzun uzun uzun... Sohbetimiz Biga Kültür Sarayı’nın dışına taştı, biraraya geldiğimiz her yerde devam etti! Bu gidişle, şimdilik ayrılmış olsak da devam edeceğe benziyor Biga’lı kardeşlerimle akıl ve gönül sohbetimiz – hem de en yoğun, en güzel ve biiznillâh, en verimli şekilde!
¥
Son iki yazımda Câhiliye cühelâsı Tuhaf Gürûh’un “aydın”lıkları münhasıran kendilerinden menkûl kalemşorları arasında boy gösteren bir “moda”yı irdelemeye gayret ettim: mubârek Kur’ân’ın bir meâlini bulup-buluşturup, oradan birtakım mubârek âyet-i kerîmeleri, siyâk ve sibâkı hiç ka’le almadan, yani onları “bağlam”larından tamamen soyutlayarak/kopartarak, kendi kafalarına/çarpık/sapkın zihniyetlerine göre yorumlama ve bu yolla, akılları sıra biz, mahzûn ve de mazlûm memleketimizin bilumum Mü’min ve de Mü’mine Müslümanlarını mubârek Kur’ân’la köşeye sıkıştırıp, rezîl-rüsvay etme “moda”sını. Meğer bu konuda fakîrin gözünden kaçmış daha ne herzeler varmış!
“Allâme-i Cihân” havalarında, hemen her konuda pervâsızca ahkâm kesip/fetvâ patlatmak sûretiyle önüne gelen/karşısına çıkan herkese “entelektüel çalım” atmayı ve de satmayı pek bir sevmekle, dahası bunu pek mühim bir marifet saymakla ama –eğri oturalım, doğru konuşalım- bu havayı da kendine pek bir yakıştırmakla marûf sayın bay Prof. Dr. Emre Kongar, mezkûr sapkın “moda”nın “bânî”si, Câhiliye cühelâsı Tuhaf Gürûh’un önde giden resmî ideolog-kalemşorlarından sayın bay İlhan Selçuk’u cansiperâne savunan yazılar döşenip dururmuş meğer Cumhuriyet nâm gazetedeki köşesinde. Daha yeni geçti elime. Bu tâife hakîkaten çok ama çok acaîb bir tâife! Öyle numaraları var ki, şerefli ecdâdımızın o hikmetli deyişiyle “Şeytân’a bile pabucunu ters giydirir”!
Bu numaralarından biri, belki de en önemlisi, bazı kavramlara geçerlilikleri/sıhhatleri ancak kendilerinden/kendilerince menkûl bazı çarpık mânâlar yükleyip tedâvüle sokmak ve bunların üzerinden ahkâm kesip/fetvâ patlatmaktır!
Sözgelimi “dinci” ve “dindar” ayırımı yaparak!
Efendim, bu tâife oldum olası “dinci”ye karşı, “dindar”a saygılı, hatta “dindar”dan yana olduğunu beyân eder durur.
Nitekim sayın bay Prof. Dr. Emre Kongar da sayın bay İlhan Selçuk’u cansiperâne savunurken onun “dindarlara saygılı” olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.
“Dinci”nin, bu tâifenin özellikle ve öncelikle itibâr ettiği/edeceği “sözlük”lerden sayın bay Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkiye Türkçesinin En Büyük Sözlüğü” olma iddiâsını taşıyan “Türkçe Sözlük”ünde yer alan târifi şöyledir: “İnançlıymış gibi görünüp dini dünya işlerine karıştıran, siyasal çıkarlarına araç olarak kullanan kimse”.
Breh, breh, breh!
Buram buram/kıyız kıyız “resmî ideoloji” kokan, dolayısıyla ilmî/akademik mânâda hiçbir değer taşımayan, hatta lûgat ilminin yüzkarası bir tarif! Haydi, “İnançlıymış gibi görünüp dini her türlü çıkar için istismâr eden” dese, elle tutulabilir bir yanı olacak... Neyse!
Lisânın/lûgatın “ideolojik tahrîfâtı”nı bir başka zaman irdeleriz inşaallah.
Aynı “sözlük”te “dîndâr/dindar” şöyle târif edilmektedir: “Dininin buyruklarını, kurallarını eksiksiz olarak yerine getiren, dinine çok bağlı kimse”.
Elhâk, bu -hiç olmazsa- yerli yerinde bir târif!
İmdiii, gelelim bizim şu meşhûr Câhiliye cühelâsı tâifenin “evlere şenlik” numarasına, daha doğru bir deyişle ikiyüzlülüğüne: “Dîninin buyruklarını, kurallarını eksiksiz olarak yerine getiren/getirmeye çalışan, dînine çok bağlı” yani dîndâr olan kişiye Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm’da “ehl-i takvâ Mü’min/Mü’mine Müslüman” denir ki, hiç tartışma götürmez alâmet-i fârikası Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, mubârek Kur’ân’da bildirdiği ve öncelikle dünya hayatının her sahasını düzenleyen temel hüküm/kural/emir ve yasakları, yani “İslâm şerî’âti”ne tâbî olmak ve onu yeryüzünde tesis etmek; “İslâm şerî’âti”ne karşı olan hatta “İslâm şerî’âti” uyumlu olmayan herşeyi “bâtıl” bilmek, dolayısıyla reddetmek; dahası, “bâtıl”a karşı her yerde ve her zeminde, sistematik ve de örgütlü olarak mücâdele etmektir! Zira her hakîkî dîndâr Mü’min ve de Mü’mine Müslüman ancak Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, indirdiği hükümlerle, onlara şekksiz-şübhesiz ve bilâ kayd ü şart uyarak, yani herhangi bir “pazarlığa” girmeksizin hükmetmekle mükelleftir! Yoksa zâlimlerden ve hatta kâfir olur! Değişen zaman ve şartlar doğrultusunda, apaçık nassların dışında kalan konularda yapması gereken her türlü “ictihâd”ı da yine mubârek Kur’ân’a ve Sünnet-i Rasûlullâh’a tam bir sadakat içinde dayandırmak zorundadır!
Gel de inan, inanabilirsen, Câhiliye cühelâsı o tâifenin “dindar”a saygılı olduğu iddiâsına!
Bunların “dindar”dan anladıklarının aslında ne olduğunu bundan sonraki yazımda ele alacağım inşaallah.
Müteyakkız olalım, müteyakkız kalalım!