Sabahattin Zaim'e dair...
Değişik ortamlarda, değişik vesilelerle gündeme gelen ve cevabı, insanın yaşına, tecrübelerine, bulunduğu yere ve tabii ki dünyaya ve olaylara bakışına göre değişen bir soru vardır: Ne durumdayız, gidiş nereye?..
Ortak bir hedefe varmak hususundaki kararlılığımız, heyecanımız ne alemdedir?
Geçen zaman heyecanlarımızı törpüleyip yok mu etmiştir; yoksa, fazlalıklardan arındırarak, daha saf ve temiz bir hale mi getirmiştir?
Geçmişin sayısı az ve ama hedefe varma hususunda kararlılıkla dolu dava adamları yerine, şimdinin çok ama sanki biraz gevşekmiş gibi görünen insanları, bizi sevindirmeli mi, yoksa düşünmeli miyiz?
Toplumun tamamına baktığımızda gördüğümüz manzara; olmasını gerektiğini düşündüğümüz şeyin; sulandırılmış, eksikliklerle malul hali yani; negatiften pozitife geçişin mi müjdecisi; yoksa ‘eyvah nereye doğru gidiyoruz?’ sorusunu sorduracak bir durumla mı karşı karşıyayız?
Seyrine durduğumuz manzaranın aktörlerinin çoğunu tanımıyoruz. Değerlendirmelerimiz sadece müşahedeye dayalı. Bizim müşahedelerimiz ya da bizlere aktarılanlar.
Yani içinde bulunulan halin, bir ara hal olduğunun farkındayız ama bunun nereden nereye doğru bir gidiş olduğunu, bilmiyoruz.
İyiden kötüye doğru mu?.. Kötüden iyiye doğru mu?
Yarısı suyla dolu bardağa bakış gibi bir şey. Kimimiz ‘bardağın yarısı dolu’ diyoruz, kimimize göre ise ‘yarısı boş’.
Bütün bu soruların konuşulduğu hatta tartışıldığı ortamlarda, benim referanslarım 1970’lerden başlıyor. Doğup büyüdüğüm ve orta tahsilimi bitirdiğim Ordu’yu hatırlıyorum önce. Sonra da 1975’te geldiğim İstanbul’u...
İyi olacak inşaallah...
O zaman bu günkü manzaranın aslında iyiye doğru gidişi yansıttığını düşünüyorum. Belki de, bana hep ‘iyi olacak inşaallah!’ dedirten, iflah olmaz iyimserliğimle alakalı bir şey bu.
İşte 1975’in İstanbul’unu, üniversiteleri; o üniversitelerde bulunan asistan, doçent, hatta profesörlerle alakalı konuşmalarımız aklıma geldiğinde de, gözümün önüne gülümseyen, hep gülümseyen bir sima geliyor: Prof. Dr. Sabahattin Zaim.
O yıllardaki durumun bu günküyle mukayese kabul etmeyecek kadar kötü, ya da karmaşık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İnançlı, idealist gençliğin, model insan olarak gözlerinin önünde bulunan birkaç isimden birisi idi, Prof. Dr. Sabahattin Zaim.
Akademisyen olmanın inançlı olmaya mutlaka engel olduğu şeklinde bir zihin yapısı vardı sanki o zamanlarda. En azından, akademisyenler inanca ve tabii inancın tezahürlerine uzak dururlar gibi geliyordu bizlere.
Profesörlük ünvanını taşıyan kişilerin, inanca yakın olabilecekleri; bırakın yakın olmayı, o inancı bütün ateşiyle içlerinde barındırabilecekleri, olması mümkün olmayan bir halmiş gibi idi o zamanlar.
İnançlı ve akademisyen...
Ama geçtiğimiz Pazar günü (9.12.2007) kaybettiğimiz Prof. Dr. Sabahattin Zaim, ‘Hocaların Hocası’ yani; o yıllarda inançlı gençliğin ‘hem akademisyen ve hem de inançlı olunabileceği’ hususunda yollarını aydınlatan birkaç isimden birisi ve belki de en önemlisi idi.
Sadece doğrudan muhatap olduğu kendi talebelerine değil, bayramlarda ya da çeşitli vesilelerle ziyaretine giden gençlere de, hali ve kali ile, ‘tedirgin olmayın, gerektiği gibi çalışır ve gayretli olursanız gelecek sizindir’ mesajını veren birisi idi o.
Öyle inanıyorum ki, kendinden emin ve geleceğe yönelik en ufak bir ümitsizlik bile barındırmayan hali, o dönem gençlerinin yollarını aydınlatan en güçlü ışıklardan birisi oldu.
Geleceğin mutlaka güzel olduğuna inanıyor ve sanki hep o güzel geleceği görüyormuş gibi de, gülümsüyordu, Sabahattin Hoca.
En son, başörtüsü sebebiyle yolları kesilip Viyana’ya gitmeye mecbur kalan kızlarımızın yanında olduğu bir zamanda birarada olabildik kendisiyle.
Sürekli gülümsüyor, sürekli bir şeyler öğretmeye ve bir anı bile boş geçirmemeye çalışıyordu.
Hayatı ile, eserleri ile, davranışları ile; karanlıklardan aydınlığa doğru gidişte, kelimenin tam anlamıyla bir ışık oldu önümüzde, Prof. Dr. Sabahattin Zaim. Cenab-ı Hakk, gani gani rahmet eylesin, (amin).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.