Zorbalığın sonu…
Gazze’ye insânî yardım götüren uluslararası konvoya, İsrailli askerlerce 31 Mayıs Pazartesi sabaha karşı yapılan baskın ve Mavi Marmara Gemisi’nde yaşanan saldırılarda en az 9 gönüllünün şehâdeti, Türkiye ve dünya gündemine bomba gibi düştü. Saldırıların açık denizde ve silahsız sivillere karşı gerçekleştirilmiş olması, bir kez daha İsrail Devleti’nin uluslararası hukuk çerçevesinde sorumluluğunun ve vicdansızlığının tartışılmasına yol açtı. Filistin ve Gazze’de birçok kez hukuk dışı eylemlere imza atan İsrail, uluslararası câmianın net bir tutum almamasından da istifâde ederek şımarmıştır. Arkasını bazı güçlere ve lobilere dayayarak azgınlaşan İsrail, bu defa “başını sert kayaya çarparak” hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştır. Başında kukulatası, uzun saçı sakalı ve elinde “Yahûdîyim ama Siyonist değilim” diyerek New York’ta Gazze’ye özgürlük çığlığı atan Yahûdîler bile çileden çıkmıştır.
Başta Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok ülkesi ve BM tarafından kınanan İsrail, her zaman olduğu gibi meşrû müdâfaa ve egemenlik argümanlarına sarılsa da, “mızrak çuvala sığmamış”, haydutluğu ve vahşîliği “cürm-i meşhût” yapılarak tescîl edilmiştir. Operasyonun uluslararası sularda herkese açık denizlerde (72 Mil) cereyan etmesi, 35 aydır aç, susuz ve ilaçsız yaşamaya mahkûm edilen Gazze halkına, insânî yardım taşıyan, 50 kadar ülkeye mensup gönüllülerin üzerine vahşî ve acımasız bir şekilde saldırmış olmaları bunun en açık göstergesidir.
Siyâsî güç dengelerinin arkasına saklanarak hukuk dışı eylemlerini kamufle etmeyi başaran İsrail, bu kez insanlığın vicdânına sıktığı kurşunlarla uluslararası toplumun hedefi hâline gelmiştir. Hür dünyadan ve AB’den yükselen sesler, İsrail açısından hiç de iç açıcı değildir.
“Haydut Devlet” veya “Terörist Devlet” daha çok ABD tarafından uluslararası barışı tehdit eden, ne yapacakları önceden kestirilemeyen, terörü destekleyen, hatta bunu siyâsetlerinde bir araç olarak kullandıkları iddiâ edilen devletler için kullanılan bir terimdir. ABD’nin ambargolarına ve bilâhare yapmayı düşündüğü savaşlara meşrûiyet kazandırmak için Libya, Sûriye, İran ve Irak gibi devletler için bunu sıkça kullandığı bilinmektedir.
Ne hikmettir bilinmez ABD, İsrail’i asla bir “haydut ya da hayta devlet” olarak tanımlamadı. 65 yaşında, âmâ olan, kanserden dolayı iki aylık ömrü kalmış, tekerlekli sandalyeye mahkûm Şeyh Yâsîn’i, evinden sabah namazına giderken helikopterden atılan bir füzeyle şehid ettiklerinde de bu terimi kullanmadı. Gazze’de fosfor bombaları ve nükleer başlıklı füzeler atarak her şeyi ve herkesi yakarken de diline almadı. Oysa ki İsrail belki de bu tanıma en çok uyan ülkelerden biri ve birincisidir.
Bu konuda şimdiye kadar bir tereddütünüz varsa bilin ki İsrail, 31 Mayıs 2010 sabahı tüm dünyanın gözleri önünde, çok ağır suçlar işleyerek, kendisini “haydut devletler” listesinin başına yazdırmıştır. Bir başka ülkenin gemilerini açık denizde basıyor ve alıkoyuyorsanız, bunun adı korsanlıktır, haydutluktur. Bunun Somali açıklarındaki korsanlıktan bir farkı yoktur. Hatta Somalili korsanların kaçırdıkları gemilerde insanların hayatına İsrail güvenlik güçlerinden daha fazla önem verdiği söylenebilir.
İsrail bu aşamadan sonra uluslararası hukûku ihlâl etmeye devam etmiş ve gemileri zorla İsrail’e götürmüştür. Yaralıları birer suçlu gibi ellerinden kelepçeleyen İsrail, gözaltına aldığı yüzlerce kişiye de insan haklarını hiçe sayarak kötü davranmıştır. İlk serbest bırakılanlardan bir gemi kaptanı, 26 saat kadar aç tutulduklarını, gemideki kendi yiyeceklerine ulaşmalarına izin verilmediğini söylüyor. Ayrıca gözaltında kaba davranışlar, dayak ve işkencenin yaygın bir şekilde uygulandığı, gönüllülerin çırılçıplak sorgulanarak her şeylerinin gasp edildiği anlaşılıyor. Tam teçhîzâtlı ve donanımlı komandolar, havadan ve denizden içinde çocukların ve kadınların da bulunduğu sivil bir yardım konvoyunu, ateş ederek ve bombalayarak bastılar, 9 kişiyi öldürüp, onlarca kişiyi de yaraladılar. Bunun adı hukukta korsanlıktır, terördür, katliamdır, zorbalıktır ve haydutluktur.
Bu tutum, İsrail-Türkiye ilişkilerini olduğu kadar İsrail ile gemide vatandaşları bulunan diğer ülkeler arasındaki ilişkileri de gerecektir. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Türkiye’nin tepkisinin lafta kalmayacağına yönelik açıklamaları ve bu olayı Türkiye’nin “11 Eylül’ü” şeklinde değerlendirmeleri bunun en açık delîlidir. Kim ne derse desin bu girişim amacına ulaşmış, şehid ve gâzîlerin sıcacık kanları ve gönüllülerin yürekleri ve duâları, haydutları, zorbaları ve onların görünmez destekçilerini köşeye sıkıştırmıştır.
Her şeyden önce Gazze konusu uzun bir aradan sonra yeniden dünyâ gündemine gelmiştir. Üstelik denizden ve karadan Gazze’ye yönelik insanlık dışı ablukanın kaldırılması için güçlü bir küresel irâde oluşmuş, Rafah sınır kapısı Mısır tarafından geçici ve zoraki de olsa açılmıştır. Gazze’yi izole etmek isteyen İsrail, “kazdığı kuyuya kendisi düşerek” ve kendisini hür dünyadan izole ederek büyük bir yalnızlığa mahkûm olmuştur.
Böylesi krizler karşısında devletlerin diplomatik, hukûkî, siyâsî, iktisâdî ve askerî alabileceği önlemler vardır. Türkiye bunu 3 tatbîkâtı iptâl ederek ve bazı spor müsâbakalarını yapmayarak yerine getirdi. İkinci olarak Türkiye gür bir sesle çağrı yaparak; “Bu Türkiye ile İsrail arasında bir problem değil, İsrail ile insanlık arasında yaşanan ağır bir trajedidir” diyerek tüm dünyâyı, dünyâdaki huzûr ve sükûnetten sorumlu kuruluşları ve uluslararası diplomasiyi göreve davet etti. Öncelikle Büyükelçi Ankara’ya çekildi, İsrail elçisi Dışişleri’ne çağrıldı.
Burada asıl diplomatik atak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden (BMGK) İsrail’i kınama kararı çıkartabilmekti, Türkiye bunu da başardı. Geçici üye olarak BMGK’ni acil olarak toplantıya çağıran Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD’nin de içinde bulunduğu ülkelere İsrail’e karşı bir karar aldırtabildi. Karar sadece kınamayla kalmıyor, olayın tarafsız bir şekilde soruşturulması gerektiğini de vurguluyor. Önümüzdeki günlerde bu soruşturma da gerçekleştirilecektir.
1 Haziran’da Türkiye NATO’yu âcil toplantıya çağırdı ve buradan da BMGK kararına benzer bir karar çıkarttı. NATO Genel Sekreteri Rasmussen: İsrail’den esir tutulan gemilerin ve gönüllülerin derhal serbest bırakılmasını istedi. Benzeri cümleler Avrupa Birliği ve pek çok ülke tarafından da dile getirildi. Kısacası Türkiye İsrail karşısında yalnız kalmadı, haklılığını uluslararası kamuoyuna tescîl ettirmenin ötesinde sorunu uluslararasılaştırdı.
Türkiye, bu konuyu İsrail-Türkiye anlaşmazlığı olmaktan çıkarmak ve olabildiğince hukuk ve diplomasi içinde, sâkinliğini kaybetmeden hareket etmek zorundadır. Sürekli olarak İsrail’in hukuk tanımazlığı dile getirilip, Türkiye’nin tepkisinin uluslararası hukuk çerçevesinde kalacağının hatırlatılması gerekir.
Bu olayın mağduru olan kişilerin ülkeleri ile işbirliği daha da genişletilerek ortak çalışmalar yapılabilir. İsrail, bunun farkında olduğu için Türkiye gibi başka mağdur ülkeleri de karşısına almamak için diğer ülke vatandaşlarını öncelikli olarak serbest bırakırken, Türkler ve diğer Müslüman ülkelerden gelenlere farklı davranıyor. Türkler ve Müslümanlara kelepçe takılırken diğerlerine kelepçe takmamaya özen gösteriyor. Başka ülke vatandaşı gazeteciler hemen serbest bırakılırken, Türk ve Müslüman gazeteciler içeride kötü şartlar altında tutulmaya devam ediyor. Belli ki İsrail bu konuyu sadece Türkiye ile, hatta Erdoğan Hükümeti ile arasında ikili bir sorun gibi göstermeye ve “One Minute”ın rövanşı gibi göstermeye çalışıyor.
Diplomaside alınabilecek diğer önlemler, sırasıyla ilişkileri dondurmak, daha düşük bir seviyeye indirmek ve nihâyetinde diplomatik ilişkileri kesmek olabilir. Fakat bunlar, gerekli olması halinde başvurulacak seçeneklerdir. Türkiye şu aşamada istediği kararları aldırmalı, uluslararası yargı mekanizmalarını devreye sokmalı, uluslararası arenada yalnız kalmamaya özen göstermelidir. Bunların her biri kendi içinde bir önceliğe tâbîdir. Türkiye bu 5 alanda önceliklileri, sırasıyla ve bir paket halinde devreye koymalı ve adım adım gerçekleştirmelidir. En son alınacak önlem en başta alınmaya kalkılırsa beklenen netîce alınmayabilir.
Kim bilir bütün bu olayları, İran’a “Nükleer Silahlanma” bahânesiyle vurmayı planlayan ve Ortadoğu’yu yeniden kan gölüne çevirmeyi düşünenlerin, Türkiye’nin gayretleriyle İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’nun gözetiminde zenginleştirilmiş uranyumu Türkiye ile takası kabûl etmesi ve bunu dünyâya deklare etmeleri tetiklemiş olabilir. El oğuşturarak İran’a yapacakları saldırıyı tasarlayanların dünyâ kamuoyu önündeki en önemli meşrûiyet gerekçelerinin suya düşürülmesi buna sebep olmuş olabilir.
Canları, kanları, duaları ve gayretleriyle Gazze’ye sâdece yardım değil özgürlük götüren ve emekleriyle ümmeti “zulme rızâ” zilletinden kurtaran gönüllüleri başta İHH olmak üzere yürekten tebrik ediyor, şehidlerimize rahmet ve mağfiret; yaralılarımıza âcil şifalar diliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.