Vesâyetten demokrasiye!..
Türkiye, sanal ve topal bir demokrasiden, gerçek demokrasiye kavuşmak için çırpınan bir ülkedir. Millet irâdesinin ipotek altına alındığı, vesâyetin bürokratik oligarşiye dönüştüğü artık anlaşılmış ve bunu değiştirecek bir istikâmete doğru yönelmiştir. Seçimler “başları boyunlarından burgulu heykeller gibi” sâdece iktidarın başını değiştirmiş ama beden hep aynı kalmış ve bürokratik oligarşi fiilî egemenliğini hep sürdürmüştür. Gecekondu ve çarpık yapılaşmayı onlar yapmış, düzeltilmesi seçilen iktidarlara kalmıştır. Ekonomiyi onlar “har vurup harman savurmuş”, derlenip toparlanması seçilmişlere bırakılmıştır.
Demokrasi ile vesâyet rejimi arasındaki en önemli fark, “üstünlerin hukukunun mu?” yoksa “hukukun üstünlüğünün mü?” egemen olması kavramında düğümlenmektedir. Bu kavram, kurumların hukûka tâbî olmasını ve evrensel hak ve özgürlüklerin herkes için dikkate alınmasını, hukûkun önünde “herkesin bir tarağın dişleri gibi eşit olmasını” gerektiriyor. Şimdiye kadar dokunulmazlıkların arkasına saklanarak millet irâdesini hiçe sayanlar, şimdilerde dokunulmazlıklar kaldırılsın çığlığı atmaktadır. O yüzden ne yargı siyasallaşmalı, ne de siyâset hukuksuzlaşmalıdır.
Oysa Türkiye’de yargı başta olmak üzere bazı kurumlar, darbe anayasalarının verdiği imtiyâzlı konumdan yararlanarak kendilerini hukûkun tanımlayıcısı ve tamamlayıcısı olarak görmektedir. Anayasa Mahkemesi bir senato gibi kendisini Meclisin; Danıştay da Hükümetin üzerinde görerek karar vermekte, siyâseten hemen her şeyden sorumlu tutulan hükümet, “eli kelepçeli, ayağı prangalı” bir halde sanki engelli yarış pistinde koşar gibi yol almaya çalışmaktadır.
Şu sekiz yıllık Ak Parti iktidârında çıkarılan sun’î engeller olmasaydı belki de Türkiye bu gün on kat daha büyük olurdu. Bazen askerî müdâhaleler, bazen de yargı yoluyla hükümetin “ayağına karpuz kabuğu konularak” başarısız olması ve toplumsal desteği kesilerek zayıflatılması hedeflenmiş, ürkütülen ekonomi ve azdırılan terörle bozulan istikrardan “parsa” toplanmaya çalışılmıştır. “Bulanık suda balık avlama” hesabı yapanlar, ikbâl ve istikbâlleri uğruna milletin sıkıntısını hiçe saymakta, hatta bunu bile kendi lehlerine istismâr etmeye çalışmaktadır.
Millî Güvenlik Kurulu’nda bir Anayasa kitapçığının fırlatılması olayının dışarıya sızdırılmasıyla bir gecede ekonomimizin nasıl allak bullak olduğunu, sabaha % 40 devalüasyonla uyandığımızı hatırlayın. Şu sekiz yıllık Ak Parti iktidarına karşı çıkarılan engelleri bununla karşılaştırın.
Genel Kurmay tarafından verilen muhtırayı, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa Mahkemesi’nin 357 oyu 244’ten küçük sayan kararını, 364 milletvekiline sâhip, AB’den müzâkere târihi almış ve görüşmelere başlamış bir partiye kapatma davası açılmasını, 411 oyla meclisten geçen Anayasa değişikliğinin, 11 kişilik Anayasa Mahkemesi tarafından ucundan kenarından sündürülerek nasıl hiçe sayıldığını, üstüne üstlük bunların bedelini millete ödetmeden nasıl işin içinden çıkarız diye hesap yaparken küresel mâlî krizle karşılaşılması. Bütün bunların ekonomik, siyâsî ve sosyal yansımalarını kitapçık fırlatılmasının sonuçlarıyla karşılaştırın, sonra da elinizi vicdanınıza koyun ona göre karar verin.
Hiç birisinde ekonomik bir anafora, iktisâdî bir girdâba yakalanmadıysak eğer bunda da en büyük pay, AK Parti iktidarının soğuk kanlılığı ve ekonomik alt yapısının sağlamlığıdır. Sayın Başbakan: “Bu kriz bizi teğet geçecek” derken dalga geçenler, kıs kıs bıyık altından gülenler, dünya ekonomisi küçülürken Türkiye ekonomisinin nasıl büyüdüğünü görerek değerlendirsinler.
36 milyar dolardan 150 milyar dolara çıkan ihrâcatın, 236 milyar dolardan 875 milyar dolara çıkan millî gelirin nasıl kazanıldığını bu engellemelere göre değerlendirsinler. Ya bunlar olmasaydı daha ne kazanımların elde edilebileceğini düşünsünler.
Çağdaş dünyâda soğuk savaşın en etkili silahı terör ve terör örgütleridir. Günümüz savaşları teknoloji ağırlıklı olduğu için gâlibin de mağlûbun da yıkımına ve iki tarafta da iktidar değişikliğine sebep olmaktadır. Özellikle demokrasi ile yönetilen ülkelerde iş başındaki idâreciler “maşa varken elle ateş tutmanın” zararına inandıkları için, terör örgütlerine eylem sipâriş etmeyi daha kolay, ucuz ve risksiz bularak tercîh etmektedir.
Bugün yüzümüze gülen dost kılıklı bazı ülkelerin, sırtımızı dönünce nasıl terör örgütünün sırtını sıvazlayarak eylem yaptırdıklarını bilgi ve belgeleriyle biliyoruz. Tırmandırılmaya çalışılan terörün arkasında, “kendi çalıp kendi oynayan” bir Türkiye beklerken, karşılarında “kabına sığmayan” bir Türkiye bulmaları ve onların pazar pastasından pay alması yatmaktadır. Ama ne olursa olsun Türkiye geri dönülmez bir yola girmiş ve artık “cin şişeden çıkmıştır.”
Türkiye terörle mücâdelesini bu çerçevede ele alarak terörün dış kaynaklarını kesmeye, içeride ise terör bataklığını kurutarak yok etmeye kararlıdır. Terörden siyâsî ve maddî rant sağlayanların engelleme ve sulandırma çabalarına rağmen “Millî Birlik ve Kardeşlik projesi” hayata geçirilecek, gönül bağımıza kezzap dökerek bizi bölmeye çalışanların ayrılıkçı gayretleri, kültürel köklerimizden aldığımız güçle yapıştırılıp yok edilecektir.
Bütün bu gelişmelerden sonra görüldü ki, siyâseten ve hukûken sorumlu fi’len yetkisiz demokratik iktidarlar yerine, siyâseten ve hukuken sorumsuz fi’len yetkili iktidarlar artık gelişen ve küçülen dünyâda Türkiye’ye dar geliyor. Birbirleriyle uyumlu çalışmak ve iş birliği yapmak için düşünülen erkler ayrılığı, birbirinin “tekerine taş koyma” yarışına dönüşmüş, ideolojik ön yargı ve siyâsî saplantılarla alınan kararlar, hukuk kılıfında sunulmaya çalışılmışsa da mızrak çuvala sığmamış, çalınan minâreye kılıf bulunamadığı için kamuoyu tatmîn edilememiştir. Hemen her kesimin talebi kurumlar arası çatışmanın giderilerek, aralarındaki ilişkinin çağdaş normlarda yeniden düzenlenmesidir.
Bunlardan biri, sistemin bütünü ve yargının konumu “bağımsızlık”, “tarafsızlık” ve “meşrûiyet” çerçevesinde ele alınarak uluslararası normlara kavuşturulmasıdır. Yürütme ile yargı arasındaki ilişkiler, yargının resmî ideoloji ile evrensel hukûk arasındaki yeri ve yargı kurumlarının nasıl bir seçim sistemiyle şekilleneceği mes’elesi en önemli sorun olarak ortaya çıkıyor.
“Adalete erişim” ve “âdil yargılanma hakkı” gibi herkesin ve her kesimin beklediği bu hedeflere ulaşmak için, bir yandan anayasamızın II. maddesinde yer alan demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletinin icaplarına uygun bir yasal düzenin kurulmasını, diğer yandan da AB’ye üyelik sürecinin zorunlu kıldığı Kopenhag siyâsî kriterlerinin gereklerinin yerine getirilmesini sağlayacaktır. Hukuk devleti, devletin üç temel organının ve kamu otoritesini kullanan tüm idârî makamların, hukûkun sınırları içinde hareket etmekle yükümlü olduğu bir sistemi ifâde etmektedir. Devlet otoritesini hukûkun üstünlüğüyle sınırlayan bu ilkenin asıl amacı, yönetimde keyfîliği önleyerek, bireylerin geleceğe güvenle bakabildikleri bir sistemi inşâ etmektir.
Demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin temînâtı olan ve insan haklarını garanti eden, azınlık haklarını koruyan ve bu haklara saygı duyan istikrarlı kurumların oluşturulmasıdır. Hukuk devleti, en basit tanımıyla, her türlü eylem ve işleminde hukuka uyan devlettir. Devlet organlarının eylem ve işlemlerinde keyfî davranmalarını, hukuk dışına çıkmalarını engellemenin bilinen en iyi yolu, bunları çağdaş standartlarda bağımsız ve tarafsız bir organın denetimi altına almaktır. Geleneksel anlayışta, bu denetim yargıya verilir. Yargı, hem bireyler arasındaki uyuşmazlıklara hukuk düzeni içinde çözümler üretecek, hem de devlet organlarının eylem ve işlemlerini hukuka uygunluk açısından denetleyecektir. Buna göre yargının, yürütme ve yasama organlarının müdâhalelerine karşı bağımsız, bunların işlemleri hakkında hüküm verirken de tarafsız olması esastır.
Eğer hukuk gücünü, devlet şeklinde örgütlenmiş millet irâdesinden alıyorsa, o devlet gerçek bir hukuk devletidir.
Anayasal denetim konusunda batı demokrasilerinde genel uygulama, anayasa mahkemeleri üyelerinin tümünün veya büyük bölümünün siyasî organlarca seçilmesidir. Bunun amacı, Türkiye’de bazılarının iddia ettiği gibi, anayasa mahkemelerini siyasî iktidarların etkisi altına almak değil, kânunları iptal etmek gibi olağanüstü bir yetkiyle donatılmış olan bu mahkemelerin demokratik meşrûiyetini güçlendirmek ve kararlarının kamuoyunda kabûl edilebilirliğini artırmaktır.
Avrupa ülkelerinin çoğunda Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümü parlamentolar tarafından seçilmektedir. Batı demokrasileri arasında anayasa mahkemesi hâkimlerinin seçimini parlamento irâdesinden tümüyle koparmış Türkiye’den başka hiçbir ülke yoktur.
Statükonun devâmından yana olanların temel endişesi, bu tür vesâyetçi “süzgeçler ve filtreler”den arındırılmış, evrensel standartlara uygun bir demokratik rejimin ayak seslerini duyuyoruz. Hayâlî korku ve senaryolarla Türkiye’yi ilelebet ikinci sınıf bir demokrasiye, bir “yarı-demokrasi”ye mahkûm etmeye kimsenin hakkı yoktur. Türk halkı, çok partili siyâsî hayat deneyimiyle, “kendi kendisini idâre etme rüştünü” fazlasıyla ispat etmiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.