Cinnet geçiren ‘laik’le ‘dindar’ arasında bir
(Not: Dünkü yazımın girişinde, bir çelişki olduğuna bazı okuyucular dikkati çekti.. çünkü, hem, ‘Roosevelt iktidara geldiğinde, Amerika’daki Yüksek Mahkeme üyelerinin ömür boyu seçildikleri’nden, hem de daha sonraki cümlede ‘9 üyenin emekli olmasıyla, Roosevelt’in yolunun açıldığı’ndan sözediliyordu. Halbuki, emeklilik sözkonusu değildi.. O yaşlı üyelerin ‘arka arkaya ölmeleri’ şeklindeki cümle, ‘emekli olmaları’ şekline dönüşmüş.. Düzeltirim.)
Türkiye’nin nasıl bir cinnet cenderesine düştüğünü hep birlikte yaşıyoruz..
Evet, ortada bir akıl tutulması ve ‘paranoia’nın da ötesinde, tam bir cinnet hali var..
‘Milletin cezalandırılması’ şeklindeki bir cinnet halidir bu ve ‘her sistemin kendisini savunma hakkının olduğu’ adına tezgahlanmıştır.
‘Başörtüsü serbestliği’ Meclis’te 411 oyla kabul edildiğinde, Hürriyet, bunu ‘Kaos’a kalkan 411 el’ diye vermişti. Demek ki, bir şeylerin haberiymiş, bu.. Esasen Başsavcı da ‘Referans’ muhabirine, ‘siyasetten yasaklanması istenen 71 kişi arasına A. Gül’ün de eklenişi’nin; ‘Tayyîb Erdoğan’ın siyasî yasaklı olması halinde, Abdullah Gül’ün istifa edip, yeni bir siyasî hareketin başına geçmesinin yolunu tıkamak için olduğunu’ açıkça belirtmiştir..
Bu sözler sıradan bir korku ve paranoia’nın ötesinde, entrika ve tuzaklar yumağından haber veriyor.. Daha da ilginç olan, nice em. generaller ve laik kalemşörlerden iki kez askerî darbeyle devrilen Demirel’e kadar, ‘taife-i laicus’tan nicelerinin bu cinnete kapılmaları..
Ama ben bugün cinnet halinin sadece ‘laik’lere musallat olan bir hal olmadığını, mütedeyyin insanların da cinnet hali geçirebileceğini ve onlar arasında, bir fark olmadığına değinip, Irak’tan bazı sahneler aktarmak istiyorum..
Irak’daki mevcud Nûrî Malikî hükûmetinin Hükûmet’in, işgalci Amerikan emperyalizminin kabulüyle hükmetse de, Amerikan kuklası olmadığı, bu dar geçitte durumu normalleştirmek için, işgale uğrayanlarla işgalcilerin birbirlerine zorla da olsa tahammül etmek zorunda kaldıkları yolundaki kanaatler burada birkaç kez tekrarlanmıştır. Keza, Muqtedâ es’Sadr’ın Irak’daki ’şiî ulemâ hiyerarşisi’ni de zorlayan atak tavırlarının rahatsızlık sebebi oluşturduğu, kurduğu Mehdî Ordusu’nun (Ceyş-ul’Mehdî’nin), Bağdad’daki merkezî hükûmet emri altına girmemek için direnmesi ve başına buyruk hareket etmesi de, bu sütunda zaman zaman eleştirilmiş ve bundan dolayı, birçok eleştiri ve suçlamalara da mâruz kalınmıştır..
Basra ve Bağdad’da son iki hafta boyunca, merkezî hükûmet güçleriyle ‘Mehdî Ordusu’ arasında meydana gelen ve hele de Basra’yı bir ‘hayalet şehr’e döndüren korkunç sokak çatışmalarında tankların bile kullanıldığı gözönüne alınırsa, ölü sayısının iki binden fazla olduğu yönündeki iddialar da abartılı sayılmamalıdır..
Bu çatışmaların, Amerikan Başkan Yard. Dick Cheney’nin Irak’a yaptığı geziden hemen sonra patlak vermesi ve bu çatışmaları onun fitillediği iddiaları da, bir ayrı konu...
Daha da ilginç olanı ise, Muqtedâ es’Sadr’ın, ‘El’Cezire’ televizyonundoa 31 Mart gecesi yayınlanan mülâkatında, İran’ı âdetâ Amerika’ya şikâyet edecek şekilde konuşması!.
Sadr, ‘Sizin, Irak’ta İran’ın proğramlarını uyguladığınız söyleniyor..’ şeklindeki sözler üzerine; ‘Geçen yıl, İran lideri Khameneî ile görüşmem sırasında, ona, ‘İran’ın Irak’taki siyasî ve askerî hedefleriyle mutabık olmadığımız, bunlara son verilmesi’ nasihatinde, affedersiniz, hatırlatmasında bulundum..’ diyor.. Bu sözleriyle, Muqtedâ es’Sadr, gerçekte, İran İslâm Cumhûriyeti’ni Irak’daki istikrarsızlığın müsebbibi olarak göstermekte ve aynı suçlamaları yapmakta olan USA emperyalizmini İran’a karşı kışkırtmış oluyor..
Sadr’ın bu sözleri, İran medyasında tabiatiyle, ‘büyük küstahlık’ olarak değerlendiriliyor..
İlginçtir, USA emperyalizmi de, ‘İİC’nin Sadr’a büyük mikdarda silah, teçhizat ve para yardımı yaptığı’ iddiasında bulunuyordu.. Şimdi ise, Sadr da, İİC’ni suçluyor!
‘Sadr’ hareketinin, bu sütunda baştan beri parantezli olarak karşılandığını ve bunun için birçok eleştiri ve hattâ suçlama mesajlarına muhatab olduğumu da belirtmeliyim..
Tıpkı, Irak’da, ‘El-Qaide’ örgütü adına verildiği söylenen mücadelelerde işlenen cinayetlerin de bazı gruplarca ve ‘inkılabçılık adına’ benimsenmesi üzerine suçlanışımda olduğu üzere..
Halbuki, pazar yerlerine, fırınlar önündeki kalabalık ekmek kuyruklarında bekleyen insanların arasına bomba yüklü arabalarıyla dalıp yüzlerce insanı öldüren, binlercesini de yaralayan ve bunu bir cinnet halinde, hemen her gün 3-4 yıl sürdüren cinayetkârların, bombalanan yer şiî mahallesiyse, eylemin sünnîler üzerine; sünnî mahallesiyse şiîler üzerine atılması ve bir ‘mezheb savaşı’ ateşlemek için şeytanca entrikalarda kullanıldığı açıktı.. Ama, iki taraftaki ‘cinnet’liler, bütün bu cinayetleri ‘İslâm adına yaptıklarını’ iddia ediyorlardı.
Ve.. Kataar’da yayınlanan ‘El-Arab' gazetesinde geçen hafta yayınlanan bir röportajda, kendisini ‘El-Qaide'nin Kuzey Irak Komutanı Ebû Turab el’Cezairî’ olarak tanıtan kişiyle yapılan röportaj‚ ‘dunyabulteni.net’te yayınlandı.. Kendisini, (hayalindeki) ‘Irak İslâm Devleti'nin, Irak'ın kuzeyindeki Samarra şehrinin valisiyim veya insanlar beni El-Qaide örgütünün kuzeydeki komutanı olarak tanır.’ diye tanıtan ve Cezayir’li olduğunu belirten kişi, ‘örgütün Irak'taki imajını iyi buluyor musunuz? Irak'taki etkinliğinizin azalmasını neye bağlıyorsunuz?’ sualine cevaben, ‘Kötü bir tablo çizmek istemem ama; imajımızın mükemmel olduğunu söyleyemem.
Durumumuz budur. Irak'ta etkinliğimizin azalmasını, gerçekleştirdiğimiz operasyonlarda yaşanan sivil kayıplara bağlıyorum.’ diyor ve Irak’tan ayrı olarak Cezayir’deki hatalarını da itirafla, şöyle devam ediyor: ‘La ilahe illallah’ diyen ve mücahidlere karşı savaşmayanları öldürmek caiz olamaz. Savaşımızın belirli kuralları vardır. Her insanı öldürme hakkına sahib değiliz. (…) Şu kadarını söyleyebilirim ki, sokaklardaki patlamalar, diz boyuna ulaşan kanlar hareketimize yarar sağlamıyor. üçüncü sınıf bir lokantada yemek için bile para bulamayan askerleri öldürmek ve bunu cihad olarak isimlendirmek; vallahi büyük bir aptallıktır!! (…)
Bugün Irak'ta.. Yanlış bir strateji sonucu, şehirleri müdafaa ve egemenlik alanımızı genişletme yolunu seçtik. Ancak, ne yazık ki örgütümüzün devlet olma iddiası gerçekçi değildir. Açıkça görülmektedir ki, şehirleri ele geçirip, güvenli bölgeler haline getirme stratejisi çökmüştür.’
Evet, Türkiye’de, milletin iradesine karşı, tam bir cinnet krizi içinde, ellerindeki bütün entrika imkan ve silahlarını kullanmaya kalkışan ‘laik’lerle, şu, yukarda sözünü ettiğim ve İslâm adına onca ‘cinnet’lere mübtelâ olanlar arasında ne fark vardır?
Bir farkla ki, ‘taife-i laicus’ arasından, kendilerini böyle bir nefs muhasebesine çekip hatasını kabul edenlere pek rastlanmıyor ve onlar hâlâ, dârağaçlarından meded umduklarını gizlemiyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.