Beraber yaşamak için kutsalların dokunulmazlığı şart
Son yazımızda Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Batı ve Müslüman dünya arasında tetiklenen güven bunalımını ele almış, bunun da Müslüman ve Batılı toplumların bir arada yaşama iradesini zayıflattığını söylemiştik.
Bugünün dünyasında Müslümanlar sadece Müslüman ülkelerde yaşamıyorlar. Dinî ya da kültürel anlamda Hıristiyan ve Yahudi olanlar da sadece kendi ülkelerinde yaşamıyorlar. Müslüman ülkelerde Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar yaşadığı gibi Batılı ülkelerde de Müslüman toplumlar yaşamaktadırlar. Tarihte de durum böyleydi, ancak küreselleşmeyle beraber farklı inançlardan tamamen izole edilmiş türdeş topluluklar kalmadı denebilir.
Tetiklenen güven bunalımından ise en fazla etkilenen kesimler, azınlıktaki dinî kimlikler olmaktadır. Batı’da olan provokatif eylemler Doğudakileri, Doğu’da olanlar ise Batıdakileri etkilemektedir.
Birincisi, vatandaşı oldukları ülkede sayısal azlıklarından dolayı kodlanan öfkenin direkt hedefine dönüşmekteler.
İkincisi, azınlıkların, yaşadıkları ülkelerde kimliksel farklılıklarını ve anayasal haklarını koruyarak, güven içerisinde ana toplumla beraber nasıl yaşayacakları hukuksal ve toplumsal bir sorun meydana getirmektedir. Bu sorun da çözülemediği zaman devletler ve farklı din müntesipleri arasında bir gerilim hattına dönüşebilmektedir. Bu da “medeniyetler arasında çatışma” arayışında olanların arzuladığı ve olması için de özel gayret gösterdikleri bir durumdur.
Batı’da cereyan eden Hz. Peygamber’i (sas) karikatürle karalama, câmileri kundaklama ve Kur’an sayfalarını yakma türünden kışkırtmalar, Müslüman ülkelerde öfke patlaması meydana getirmiş, bu öfke de bazı kiliseleri hedef seçmiştir.
Saldırı kutsallar üzerinden yapıldığından, bütün sağduyu çağrılarına rağmen, karşılık da kutsallar üzerinden verilmiştir. İslâmî açıdan bu doğru olmasa da kitle psikolojisini kontrol etmek kolay değildir. Ancak, beraber yaşamak için Doğu’da ve Batı’da kutsallara dokunulmaması ve bunun kanunlarla sağlanması temel prensiplerden birisi olmalıdır.
İslâm Dinî inananları kutsallara saygı duymaya davet etmektedir. Meselâ Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.” (En’am: 6/108)
İslâm bu âyetle evrensel bir hüküm vaz’ etmiştir; millet veya fertlerin mukaddes kabul ettiği şeylere sövmek yasaktır. Zira bu tür davranışlar daima aksi tesir göstermekte ve mukaddes kabul edilen şeylere hakarete sebep olmaktadır.
Her ne kadar uluslararası ilişkilerde tekâbuliyet esas ise de, İslâm bunu da ilkelere bağlamakta ve dinin öğretilerine aykırı bir “misliyle muamele”yi, yani yapılan herhangi bir çirkinliğe aynısıyla karşılık vermeyi doğru görmemektedir. Misliyle karşılık verme ancak İslâm’ın onay verdiği alanlarda ve sınırlarla mümkündür.
Bu dediğimiz prensibin önemine Hz. Ebu Bekir’in hilâfeti döneminde yaşanmış bir olayla izah getirelim. Onun döneminde Rumlarla yapılan bir savaşta Müslüman komutanlar hezimete uğrattıkları Şam ordusu komutanının kafasını keserek ona gönderirler.
Hz. Ebu Bekir kesik kafayı görünce büyük tepki gösterir. Bunun üzerine postacılık görevi yapan Ukbe, misliyle muamele geleneğine atıfta bulunarak; “Ey Allah Rasûlü’nün halifesi, onlar da savaşta bizi yendiklerinde aynısını yapıyorlar!” karşılığını verir.
Hz. Ebu Bekir hiddetle; “Farisilerin ve Rumların sünnetlerine mi uyuyorsunuz? Bir daha bu yapılmayacak. Savaşın durumu hakkında bir haber ya da bir mektup gönderin, yeter” der. (Bknz: Süneni Beyhaki Kubra: 9/132.)
Bu büyük halife, düşmanların savaşta dahi olsa sergiledikleri temel prensiplere aykırı hâl ve davranışlarının Müslümanlara örneklik teşkil edemeyeceğini bu tavrıyla ortaya koymaktadır. Bir diğer ifadeyle Müslümanlar tepki vermeleri gereken durumlarda da ancak kendi dinlerinin prensipleri çerçevesi içerisinde kalarak bunu yapabilirler.
Bunun başka bir örneği de “müsle”nin yasak kılınmasıdır. İslâm öncesi Arap toplumlarında savaşlarda öldürülmüş askerlerin burnu, kulakları, dudakları vs. kesilirdi. Bu uygulamaya “müsle” adı verilirdi. İnsan onuruna aykırı bu uygulama başta Romalılar olmak üzere diğer toplumlar tarafından da o tarihsel dönemlerde tatbik edilirdi.
Öyle ki, bazı savaşçılar öldürdükleri her maktûlün kulaklarını ipe dizer, bunu da bir kahramanlık belgesi olarak taşırdı. Efendimiz (sas) bu uygulamayı yasaklayarak savaş hâlinde de ahlâkî prensiplerin hâkim olması gerektiğini bildirdi. (Bknz: Sahih Müslim: 3/1357, hn: 1731; Süneni Tirmizi: 4/22, hn: 1408)
Sözün özü, farklı din müntesiplerinin birbirlerinin hukukunu gözeterek beraber yaşamaları ancak bazı temel kaidelerin uygulanmasıyla sağlanabilir. Bunlardan birisi de kutsalların masuniyeti ilkesidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.