Berlin’den misâfir var
Yarın Almanya Devlet Başkanı Christian Wulff beş günlük bir gezi için Türkiye’ye geliyor. Sayın Wulff kısa süre önce devlet başkanlığı görevine seçilmeden önce Aşağı Saksonya Eyâleti Başbakanı idi. Hıristiyan Demokratdır. Bu zâtın politikacı olarak bâriz özelliklerinden biri İslâmiyete karşı anlayışla ve yoğun diyalog zemîninde yaklaşması. Zâten eyâlet başbakanıyken kabinesine bir Türk hanımı da alarak meseleyi ciddîye aldığını göstermişdi. Cumhurbaşkanı seçildikden sonra Alman Millî Bayramı olan 3 Ekim 2010 târihli konuşmasında şöyle demişdi:
“Hıristiyanlık şübhesiz Almanya’nın bir parçasıdır. Yahudilik de şübhesiz Almanya’nın bir parçasıdır. Bu bizim îsevî-mûsevî târihimiz. Ama artık İslâmiyet de Almanya’nın bir parçası.”
Christian Wulff’un bu sözleri özellikle Hıristiyan Demokratlar arasında eleştirilere yolaçdı. Wulff’a karşı olanlar bir yandan İslâmiyetin artık Almanya’ya âid bir kültürel unsur olduğunu reddederken ilâveten Başbakan Erdoğan’ın 2008 Şubatı Köln’de yapdığı “tâlihsiz” konuşmaya da atıfda bulunuyorlar. Erdoğan oırada “Asimilasyon insanlık suçudur!” cümlesini sarfetmişdi. Asimilasyon kültürel bakımdan “eritme” anlamına gelen bir kavram. Başbakan daha sonra eritmeye/asimilasyona karşı olduğu ama “bütünleşme/entegrasyon”a karşı olmadığını söyleyerek durumu te’vîle uğraşmışdı ve teorik olarak belki de haklıydı ama “haklı” olmakla politik mânâda “akıllı” olmak her zaman aynı kapıya çıkmıyor. Hele Sayın Erdoğan’ın bâzen önce ateş edip arkasından nişan alma huyu da bilinince.
Aslı aranırsa ben şahsen Almanya’daki Türklerin “asimile” mi yoksa “entegre” mi olacakları meselesinin bu beş günlük ziyâretde pek önemli bir rol oynayacağı kanaatinde bile değilim. Türkiye bu konuya gerçekden önem verseydi geride kalan 45 yıl boyunca verirdi. Problem aslında Almanları ilgilendiren bir sosyal kördüğüm. Elbet “hamamın nâmûsu”nu kurtarmak için o vâdide de biraz sohbet edilecekdir ama zannımca asıl ele alınacak konular Türkiye’nin AB yolundaki lüzûmundan fazla “rahvan” ilerleyişi, ekonomiyle bağlantılı sorunlar, meselâ iş insanları için (işçiler değil!) vize muâfiyeti, NATO’nun yeni görevleri, meselâ şu mâhut “füze kalkanı” hikâyesi ve belki de BM Güvenlik Konseyi’nin 21. Asır şartlarına göre yeniden şekillenmesi konusu. Bu hususda Türkiye ile Almanya arasında geniş çaplı bir görüş mutâbakatı bulunduğunu sanıyorum. Bilindiği üzere 15 üyeli Güvenlik Konseyi’nin, veto hakkına sâhib beş dâimî üyesi var: ABD, B. Britanya, Fransa, Rusya ve Çin. Diğer on üye ikişer yıllığına seçiliyor ve veto hakkına sâhib değil. İkinci Dünyâ Savaşı sonrasına göre yapılmış bu düzenleme artık gerçekçi değil. Ortada yeni mühim güçler var ve Türkiye ile Almanya da onlardan ikisi. O bakımdan yeni duruma daha uygun yeni bir statü istiyorlar.
Bir de kurulacak Türk-Alman üniversitesi var ki yararlı buluyorum.
Cumhurbaşkanı Wulff’un ziyâretinden ötürü “Süddeutsche Zeitung” Cumhurbaşkanı Gül’le bir mülâkat yayınladı. Sayın Gül demiş ki “Eğer bana sorsaydı Mesut Özil’e ben de Alman Millî Takımı’nı seçmesini söylerdim.”
Ben de!