İnsanı inanmaya İslâm değil; ancak, diktatörlükler zorlar!
Geniş mânasıyla, ‘ilahî vahy’e dayalı bütün dinlerin ortak adı olan İslâm, insanlara bir inancı zorla kabul ettirilemiyeceğini temel prensip halinde beyan etmektedir.. Kur’an-ı Mubîn bunu ‘Lâ ikrahe fi’d-dîn’ (Dinde zorlama yoktur..) prensibiyle formüle etmiştir.. İnsanları bir şeye zorla inandırabileceklerini sananlar ancak kendilerini kandırıyorlardır ve her kim ki, Allah adına, İslâm adına insanlara bir inancı zorla kabul ettirmeye çalışıyorsa; o, hikmet-i ilahîden ve Allah’ın insanı yaratışdaki temel kanunlarından da habersiz ve hattâ nasibsizdir..
(Katolik hristiyanların lideri Papa 16. Benedicktus, dünyadaki müslümanların katoliklerin sayısından fazla olmasını kaygu ile duyuruyordu geçen hafta.. Dünya nüfusunun yüzde 20 kadarını müslümanlar oluşturuyormuş; yüzde 18 kadarını da katolik hristiyanlar..
Halbuki, İslâm, bütün insanları doğuştan rüşd yaşına kadar, -isterse kendilerine her gün putlara ibadet yaaptırılsın ve küfür sözleri söyletilsin-, fıtraten İslâm üzerinde ve günahsız, tertemiz kabul eder. Yani, o açıdan bakıldığında, o yaşın altındaki bütün insanların hangi dinden hesab edilmesi gerektiği üzerinde daha bir düşünülüp, bir daha hesab yapılsa, Papa cenablarının moralinin daha bir bozulacağı açıktır..
Bu bir güç gösterisi veya kelle sayısına bağlı bir durum olarak değil, İslâm’ın ve müslüman insanların dünyaya ve insana bakışının temel ölçüsüne işaret açısından değerlendirilmelidir.)
Yazık ki, biz bu ezelî gerçeği, bugün, ‘vahy-i ilahî’ye, insanın sosyal (ve hattâ ferdî) hayatında asla etkisinin olmayacak bir alan tayin etmeye ve kendisini bir din gibi sunmaya kalkışan ‘laisizm’ yüzünden, katı, totaliter bir anlayışın pençesinde olduğumuz için fark edemiyoruz bile.. Ve bir Avrupalı gelip bu sâde gerçeği ifade ettiği zaman bile mest oluyoruz. Halbuki onların söyledikleri, bütün insanlık tarihi boyunca ‘enbiyaullah/ ilahî peygamberler’ tarafından bildirilen ve uğrunda çetin mücadeleler verilmiş bir gerçektir..
Evet, bu ezelî gerçeği biz bugün, sanki yeni bir şeymiş gibi, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı (Portekiz eski başbakanı) José Manuél Barroso’dan duyuyoruz. (Soyadının yazılışında Barroso mu, yoksa Barosso mu doğru olduğu hususunda rivayetlerin muhtelif olduğu) AB Komisyonu Başkanı Barroso, 8 Nisan akşamı, M.A. Birand’a (Türkiye’ye yapacağı gezi öncesinde) verdiği mülâkatta, ‘Avrupa ne tür bir Türkiye'yi aday olarak kabul etti? Laik bir Türkiye'yi mi? Yani laiklik AB'ye üyelik için olmazsa olmaz bir şart mı?’ şeklindeki bir soruya şöyle cevab veriyordu: (…) Bizim için, Avrupa açısından işin temeli şu:(...) Esas olan özgürlüktür; dinî özgürlük, tüm dinlerin özgürlüğü... Ama aynı zamanda da bir din sahibi olmama özgürlüğünün de olması lâzım. Avrupa için önemli olan budur. Sekülerlik ya da laiklik diyebiliriz, ama demokratik olmalı. Nasıl ki bir dini zorla dayatamazsınız, aynı şekilde sekülerlik ya da laiklik de, zorla, askeri yoldan olsun ya da mahkemeler yoluyla olsun, dayatamazsınız.
Gerçekten bir ulusal diyalog zihniyeti içinde, özgürlük değerleriyle, hoşgörülük değerleriyle çeşitliliği, çoğulculuk değerlerini bir arada bağdaştırmak lâzım. Benim Türkiye'ye çağrım bu.. (...) Biz Türkiye'yle Avrupa'daki tecrübelerimizi paylaşmak istiyoruz çünkü devlet laiktir dediğimiz zaman toplumun da laik olması anlamına gelmiyor bu.. Avrupa ülkelerinde de farklı dinler var çünkü.. Avrupa artan oranda farklı kültürleri, farklı dinleri bir arada bulunduruyor. Dolayısıyla eğer bana laik bir Türkiye mi istiyor musunuz derseniz evet, laik bir devlet olması lâzım mutlaka.. Ama, toplumda varolan dinleri de tanımalı. Burada demokrasiyi de vurgulamak önemli. çünkü laiklik mutlak bir değer değil. Temel değer, insan haklarına saygı ve her ferdin, her erkeğin, her kadının haklarına saygıyı esas alan bir demokrasidir, bu temel bir husustur.. (...)
Barroso’nun Ankara’ya gelince, bu sözlerini Brüksel’deki gibi kesin bir tarzda tekrarlamamasını, (U dönüşü) olarak değerlendiren bazı ‘kemalist/laik’ çevrelerce, bir diplomatın misafir olarak bulunduğu ülkede, neyi nasıl konuşacağının bilgisinden mahrum olmaması gerektiği gibi bir inceliği bile düşünemiyorlar. Aslında, bu incelik yüzündendir ki, Barroso, gelince söyleyemiyeceklerinin genel çerçevesini, gelmeden önce ortaya koymuştur..
İlginçtir; Barroso, Baykal’la görüşmesi sırasında, önce, her ikisinin de Amerika’da hukuk okuduklarına dikkate çekerek, düşünce yapısı ve mentalite açısından bir paralellik aramaya çalışmışsa da, Baykal’dan beklediği cevabı alamadığı anlaşılmaktadır..
çünkü, Baykal hâlâ, diktatoryal bir mentaliteye sahib olduğunu göstermiş ve ‘Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Dünya üzerinde yaklaşık 50 Müslüman ülke var, hepsinde de seçim yapılıyor. Ancak hiçbirinde gerçek demokrasi yok. Bunun nedeni, bu ülkelerde laikliğin olmaması.. Laiklik, demokrasinin vazgeçilmez unsurudur’ diyebilmiştir ki, bu, demokrasi sisteminin sahibi olanlarca kabul edilmiyen, şaşılan ve gülünen bir görüştür.
Kaldı ki, Baykal’ın ‘halkının çoğunluğu müslüman ülkeler’ hakkında verdiği bilgiler de gerçeği yansıtmıyor.. çünkü, halkının çoğunluğu müslüman ülkelerin hepsinde değil, hattâ yarısından fazlasında bile maalesef seçimler de yapılmamaktadır; herbirisi emperyalizmin kuklalarının pençesindedirler..
Hiç de gerçeği yansıtmadığı halde, en etkin ve modern seçimin yapıldığı iddia olunan Türkiye’de ise, halkın iradesinin nasıl ve hangi güç odaklarınca askerî vesayet başta olmak üzere yığınla ‘özerk kurumlar’ın vesayet ve hattâ velayeti altında tutulduğu da bütün modern dünyada hayretle, şaşkınlıkla izlenmektedir.. Bu ‘vesayet kurumları’nın arasına, son zamanlarda yargı’nın daha bir bodoslamadan girdiği ve yargı yoluyla darbe denemesine girdiği de, yaşanan son gelişmelerden daha bir bellidir.. Baykal ve mâlum cenah ise, bu durumu, ‘laiklik olmadan demokrasi olmaz..’ görüşünün yargı yoluyla muhafaza altına alınması olarak görüyor; o yargının nasıl bir dayatmacı, süngüucu ile kabul ettirilmiş bir ihtilal anayasasına ve hukuk anlayışının da buna göre şekillendiğini görmezlikten gelerek..
Halbuki, özenilen Batı’da laik olmadan da demokratik olan pek çok ülke bulunmaktadır ve hattâ Türkiye’deki gibi katı diktatoryal özellikler taşıyan bir laiklik bugün ideolojik açıdan fikrî mahfillerde sözkonusu edilse bile; resmî siyaset açısından, değil herhangi bir Avrupa ülkesinde; Türkiye’nin örnek aldığını iddia ettiği Fransa’da bile yoktur ve bu ‘müdahaleci- totaliter laisizm’, kopyanın, aslî nüshadan daha güçlü bir şekilde etkisini göstermek için vargücüyle çırpınmaktadır.. Bu açıdan, ekonomik açıdan ‘Avrupa’nın son komünist ülkesi’ şeklindeki nitelenen Türkiye’nin, bu nitelemeye ideolojik açıdan daha bir müstehak olduğu ortada.. Ve müslüman milletimizin itibarı dünya karşısında bir daha karartılıyor..
Evet, Barroso’nun bir ‘Avrupan hükümdarı’ edasıyla gelmesinden de öte, bizi incitmesi gereken husus, bu olmalıdır.. Biz, böylesine çarpık bir resmî ideolojiyle bağlanmasaydık, Barroso bir ‘müstemleke genel valisi/ müfettişi’ havasını takınamazdı..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.