Gölgeye taş atmak..
Bugün size bir filmi anlatacağım.. Alain Delon'un başrolde oynadığı “Rocco ve Kardeşleri”ni(Roccoei Suoi Fratelli).
İtalyan yönetmen Luchino Visconti'ye ait.
DVD koleksiyonumda bekliyordu bir süredir.
Seyretmez olaydım.
Hele o Nino Rota'nın müziği yok mu!
Vallahi, insanın içine içine işliyor..
“ülke acayibül durumlar yaşıyorken sen kalk Rocco'yu anlat, oldu mu birader?” diyenleriniz olabilir..
Tam da bunun için anlatacağım..
Visconti İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya'nın yoksul güneyinden kalkıp, kuzeyin en gelişmiş şehirlerinden Milona'ya göç eden bir aileyi resmeder.
Filmin izleği yeni bir yaşam kurmaya çalışan dul kadın Rosaria ve beş çocuğunun tutunma kavgasıdır..
Köklerini taşrada bırakan ailenin yeni bir kök salmak isterken verdiği kurbanları anlatır.
Dört kardeşten birinin sağlıklı olan kökleri zehirlenmiştir, Simone'nun. Dolayısıyla kurbanımız odur.
O, yiter..
* * *
Boksör Rocco aile içinde şampiyonluğunu kutlarken, Simone dışarda cinayet işlemektedir.
Artık en diptedir.
Anne Rosaria'nın gözü kapıda, kulağı zildedir.
Tıpkı bizim analarımız gibi..
Rocco, Güneye dönmekten söz etmektedir en küçük kardeşi Luca'ya dönerek yüzünü..
“ Günün birinde eğer mümkün olursa geri dönmek isterim. Hatırla Luca, zeytinliklerin, ayın, gökkuşağının toprağını ve onun sevgi dolu insanlarını. Sen hatırlarsın Vince, köyde biri evini yaparken, inşaatına başlamadan önce, oradan ilk geçenin gölgesine bir taş atardı.
Evin sağlam olması için bir kurban gerektiğine inanılır da o yüzden..”
Herkesin gözü Simone'nin eskiden kalma bir fotoğrafını imler... Taşlanan gölge, Simone'dir.
* * *
Bizim de böyle bir hikayemiz yok mu arkadaşlar?
Osmanlı, koskocaman bir aileydi.
Sömürgeciliğe dönüşmüş kapitalist uygarlığa ayak uyduramadığı için parçalandı.
“Büyük Şeytanlar” girdi araya..
Ne çok kayıplar verdik!
Sonra Milli Mücadele geldi..
Ve derken yeni kayıplar..
İtiraf edelim ki, sağ kalanlardan sağlam bir aile kuramadık.. Yedik bitirdik birbirimizi.
Ne darbeler geldi geçti şu kısacık hayatımızdan..
Benim yaşıtlarım iki buçuk darbe gördü..
1970-1980 arasında beşbin delikanlı gitti.
Yaşamayı en az bizim kadar hak etmişlerdi.
Sonrasını biliyorsunuz.
Asıl ailemizin arasına giren şeytanları taşlamak lazımdı. Perdelediler. “Bizim borumuzun ötmediği vatan, vatan değildir” diyenler perdelediler.
Hep dikkat çekiyoruz. Kimilerinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyor anlattıklarımız.
“Bir aile” olamadık.. Olsaydık severdik, anlardık biribirimizi. İşleyecek toprağımız, paylaşacak türkülerimiz var.. “Türkiye evimizdir” derdik..
Dedirtmediler. Bütün bu yaşadıklarımızdan çıkardığımız birşeyler var yine de.
Söyleyin ey ağalar, beyler!
Evimizin sağlam olması için daha kaç çocuğumuzu taşlayacağız?
Kaç çocuk?
Sadece kağıt para meselesi değildi!
Değildi efendim. Evet, İsmet Paşa, Atatürk öldükten sonra bile onun gölgesinde kalmaya tahammül edemiyordu. Yanında adı anılsa yüzü renkten renge girermiş. Kıskançlık mı? Neden olmasın? Ama ondan fazlası.. Yakup Kadri, “Politika'da 45 Yıl” kitabında İsmet Paşa'nın psikolojisini çok iyi anlatır.
İsmet Paşa'nın Türk parasından Atatürk'ün resmini çıkartıp kendi resmini basması Atatürk'ün yakın çevresini fevkalede rahatsız etmiştir. Ama Atatürkçüleri asıl çileden çıkaran, Atatürk'ün naaşının yıllarca Etnografya Müzesi'nin eşyaları arasında bırakılması, Yakup Kadri'nin dediği gibi Anıtkabir inşasının her baştan savma işler gibi bir komisyona havale edilip uyutulmasıydı. Atatürk'ün naaşı vefatından onbeş yıl sonra Anıtkabir'e nakledilebilmişti. Bu da Demokrat Parti'ye kısmet olmuştur netekim.
Sadece bununla kalsa, iyi. İsmet Paşa, başta Rauf Orbay ve Kazım Karabekir olmak üzere Atatürk'ün Nutuk'ta ağır ifadelerle suçladığı ve uzun yıllar siyaset yapmaları yasaklanan şahsiyetleri de Meclis'e sokmuştu. Kazım Karabekir Meclis Başkanı oldu, Rauf Orbay mebusluktan sonra Londra Büyükelçiliği'ne getirildi. Orbay ve Karabekir'in 1926'da “Atatürk'e suikast davası”nda yargılandıklarını, Karabekir'in beraat ettiğini, Orbay'ın ise on yıl hapse mahkum edildiğini hatırlatırsak Atatürkçülerin tepkisi daha iyi anlaşılır. Yurt dışında olduğu için hapisten kurtulan Orbay, 1939'da İsmet Paşa'nın "Gel barışalım, birlikte çalışalım" teklifine karşı İstiklal Mahkemesi kararının geri alınması yoluyla aklanmasını istemişti. İstiklal Mahkemesi 1927'de feshedildiğinden Orbay'ın talebi yerine getirilememiş, buna karşın Başbakan ve CHP Genel Başkan Vekili Refik Saydam'ın "Muhakeme iade edilebilseydi beraatin muhakkak olacağı kanaatine varılmış olduğu görülmüştür" şeklindeki beyannamesiyle mesele kapanmıştı. İsmet Paşa mazideki sorumluluğunu üzerinden atmıştı böylece. Gazi de vefat ettiğine göre.. Sen sağ, ben selamet.
İsmet Paşa bu arada Atatürk'ün müstemirren sofrasında yer alan, her daim milletvekilliklerini, bakanlıklarını, oh ne ala İş Bankası üyeliklerini muhafaza eden "mutad-ı zevat"ı da siyaseten mezara gömmüştü. Kılıç Ali bunlardan biridir mesela. "Siyasi mefta" deyimi buradan gelir efendim. Dolayısıyla safkan Atatürkçüler hiiçç mi hiiç hazzetmezler İsmet Paşa'dan. Cumhurbaşkanı olmasın diye de az dolap çevirmemişlerdir hani. 'Ankara entrikaları'nı yazmaya kalksak tefrika olur. Ne tefrikası, James Joyce'un "Ulysses" romanı bile yanında civciv kalır..