İlle de gençlerin suyuna gidilmez ama...
Bu köşede iki gündür gençliğe dönük tutumları nedeniyle Başbakan Erdoğan’la siyasal iktidarın tutumu eleştiriliyor.
Üniversite gençliğine karşı daha anlayışlı bir dil, bir söylem geliştirmenin ve onların sesine çok daha fazla kulak vermenin önemine işaret ediliyor.
Ve bir uyarı yapılıyor:
İktidar kanadında gençlikle ilgili hoşgörüsüz, tahammülsüz tavırlar, siyasal tuzak ve provokasyonlara giden yolu kısaltır!
Şimdi bu eleştirilerimden hareketle bana sorulabilir, iyi güzel de, gençliğe yönelik bir çift sözün yok mu diye.
Elbette var.
ANAP milletvekili ve Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’yla CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’un SBF’de susturulmuş olmalarını hiç kuşkusuz onaylamıyorum.
Yanlış yapılmıştır.
Üniversite susmak için değil, susturulmak için değil, tam tersine konuşmak, konuşturulmak için vardır. Her türlü fikrin serbestçe belirtildiği özgür mekanlardır üniversite.
Başka türlü üniversite olmaz.
Farklı sesleri bastırmak, beğenmediğimiz kişileri konuşturmamak üniversite fikrine de, her türlü fikrin serbestçe yarıştığı demokrasi düzenine de aykırıdır.
Üniversitelerde akıl, sloganların emrine verilmez. Gerçeğin bir değil, bin yüzlü olduğu gerçeği en iyi üniversitelerde bilinir.
Bu yüzden sorgulanır gerçek.
Bu nedenle ezber bozma yerleridir üniversite...
Ben de Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1960’ların ilk yarısında okumuştum.
Bir kitabımda vardır o yıllar(*):
“Mülkiye’nin siyaset kokan loş koridorlarında kulaklara çalınan o sloganı hatırladın mı?
Bugün Mülkiye’de, yarın Türkiye’de!
Sonra bir ağızdan keyifle söylenen o tekerleme:
Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi/Sosyalist olacak Türk’ün ülkesi.
Başkaldırı zamanı!
Devrim fikrini sevmiştim o zamanlar.
Genç insanların ütopyası...
Bundan daha doğal başka ne olabilirdi ki? Herkes ütopyasına sımsıkı sarılmıştı. Hepimizin kendince bir devrimi vardı.
Kurulu düzene isyan!
Hepimizin ortak davasıydı.
Varolan düzenin adaletsizliğine, eşitsizliğine, hoşgörüsüzlüğüne başkaldırıydı hepimizin ortak çıkış noktası.
Yeni bir düzen arıyordum.
Adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ve devlet düzeni...”(s.16)
Ama sonra ne yaptın?
Evet, ne yaptın Hasan Cemal?
1960’ların sonunda cuntacı oldum. Bu da yine aynı kitabımın girişinde yazar:
“Devrimi çok sevmiştik!
Ama önce darbe yapacaktınız.
Evet, askeri kullanarak...
İki bomba, Sıhhiye’deki Ankara orduevinin önünde patlayacaktı. İki bombanın ikisi de meydanın birer ucundan toplum polisinin üstüne fırlatılacaktı.
Büyük gümbürtü, devrimci gençler miting sonrası orduevine doğru yürüdüklerinde kopacaktı. Bomba sesleriyle ortalık anababa gününe dönerken sloganlar haykırılacaktı:
Ordu gençlik el ele, milli cephede!”(s.15)
Kısacası:
Ben de bir ‘darbe tezgâhı’nın içindeydim 1960’ların sonunda... Çok büyük hayal kırıklıklarıyla ve acılarla noktalanacak olan o süreçten bugün hem siyasetçilerin, hem de gençlerin çıkaracakları bir çok ders var.
Elbette gençlerin ille de suyuna gidilecek değil. Onların yanlışları hiç kuşkusuz eleştirilecek.
Ancak, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidar sahiplerinin de bir noktaya dikkat etmeleri gerekir:
Gençlere anlayışla davranmak, gençleri anlamaya çalışmak ve demokrasinin yollarını genişletmek!
Böyle davranmak yerine gençlerin üstüne polis copuyla yürümek ve ‘68 Gençliği’ne küfretmek, Ak Parti hükümetini 1960’ların sonundaki Adalet Partisi iktidarına benzetebilir.
* Hasan Cemal, Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım, Doğan Kitap, 1999.