Sığınacağın bir gelecek kaldı mı? Yoksa düşünmek acı çekmek mi?

Sığınacağın bir gelecek kaldı mı? Yoksa düşünmek acı çekmek mi?

Bazen uzaklara gitmek geliyor içimden... Çok uzaklara...
Niye?
Tam bilemiyorum.
Çok uzaklar nedir ki?.. Ya da o uzakları bulsam, gitsem...
N’olacak ki?..
Leyla İpekçi’nin son romanı, ateş ve bahçe’yi okurken aklıma takıldı:
Çok uzaklara gitmek!
Romanın girişinde İngeborg Bachman’ın bir sözü var:
“Düşünmeye ve acı çekmeye son vereceğiz, bu kurtuluşun ta kendisi olacak.”
Uzaklara gidince böyle mi olacak?
Artık düşünmeyecek miyim? Beynimi de bırakıp mı gideceğim?
O uzaklarda yoksa yazı olamayacak mı? Yazdıkça yalnızlaşmak!
Bu duygudan kurtulacak mıyım?
Verebilir misin bunun sözünü?
Bir soru daha:
Yoksa beklediğim yarınlar gelmedi mi? Hiç gelmeyecek mi?
Leyla İpekçi’nin romanının bir yerinde bir cümle:
“Sığınacağım bir gelecek yok artık.”
Öyle mi?
Öyleyse korkunç!
İnsanın önünde, geçmişinden başka bir şey kalmaması gerçekten korkunç...
Düşünsene:
Hep geçmişte yaşamaya, geçmişle avunmaya başlıyorsun.
Geleceğe dair tasavvurlar yok artık, hepsi yitip gitmiş...
Varsa yoksa mazi.
Böyle yaşanır mı?
Şimdi nerden aklıma takıldı, böyle geçmişte yaşamak istemediğimi Kürtler isimli kitabımın sonunda belirtmiştim.
Kopenhag.
Suyun kıyısında, limana bakan alelade kişiliksiz bir oda. Sabah erken kitabımın son bölümünü yazıyorum.
Belki de bitiririm heyecanı...
Ortalık yeni aydınlanmış. Kar atıştırıyor. Kasvetli kurşuni bir hava.
Kocaman bir vapur, gri sabah sisini ışıl ışıl yararak rıhtıma yanaşıyor, rıhtımdan uzaklaşıyor...
Bembeyaz bir hayal gemisi.
Fellini’nin Hayal Gemisi...
Belki de o.
İpek Yolu’ndan gece vakti yukarı doğru sapınca, ışık huzmesi halinde insanın gözünü alan, dağa sırtını vermiş Mardin’i çağrıştırıyor.
Böyle kül rengi bir sabahta, Amin Maalouf’un o cümlesi yine aklıma takılıyor.
Yıllar sonra kızına kavuşan bir baba, hayatta uğradığı hayal kırıklığını şöyle itiraf eder:
“Ama beklediğim yarınlar dünde kaldı. Hayır kızım, bir daha hiç gelmediler.”
İnsanın kendisini bilinmez bir geleceğin arayışı içinde bazen nasıl tükettiğini düşünüyorum.
Kendimizi hayat boyu hep hayallerde gezerek mi avutacağız düşüncesi içimi acıtıyor.
Ama o kar çiseleyen, kurşuni Kopenhag sabahında güneş doğarken kötümser değil, iyimserdim.
Ben hayatta, beklediğim yarınlar dünde kaldı demeyeceğim diyerek bitirmiştim kitabı...
Aradan sekiz yıl daha geçmiş.
Düşünmeye devam ediyoruz.
“... Biz yeniden çöllere dönebileceğiz ve vahiylere kulak vereceğiz, savanlar, göller ve akarsular arılıklarıyla bizi çağıracak. Elmaslar kayaların içinde kalacak ve parıltıları hepimizi aydınlatacak, balta girmemiş ormanlar, bizi düşüncelerimizin karanlık ormanından çekip alacak, düşünmeye ve acı çekmeye son vereceğiz, bu kurtuluşun ta kendisi olacak” diyen İngeborg Bacmann...
Sorarım sana:
Bu nasıl bir kurtuluş olacak?
Düşünmeye ve acı çekmeye son vermek!
Bilemiyorum.
Neyin peşindesin?
Bu soruyla başlıyor Leyla İpekçi’nin güzel romanı, ateş ve bahçe.
Neyin mi peşindeyim?
Aylar boyu on kişi her hafta bir odada toplandık, birbirimizi dinledik, tartıştık.
Ortaya bir anayasa raporu çıktı.
Beğendik, altına imzalarımızı attık ve birlikte kamuoyuna açıkladık, insan haklarını, özgürlükleri, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunan ortak belgemizi... (*)
Evet, neyin peşindeyim?
Neden uzaklara, çok uzaklara gitmek fikri aklıma takıldı bu sabah?..
Düşünmeye ve acı çekmeye son vermek belki cazip geldi.
Bilemiyorum.
Kimbilir belki de, “Sığınacağım bir gelecek yok artık” cümlesi sabah sabah beni tedirgin etti.
İyi pazarlar Rakel kardeşim,
Bugün 24 Nisan.
Hrant ve 24 Nisan acını paylaşıyorum sevgili kardeşim...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi