Çağdaşlığın neresindeyiz?
Avrupa’nın Protestan-Katolik kesiminin dünyaya hakim olmak üzere bulunduğu, 18. asırda açık ve kesin şekilde ortaya çıktı. Avrupa medeniyeti, kültürü ve düzeni dışında sayılan Ortodoks Rusya, Büyük Petro’nun (1672-1682-1725) radikal reformları ile geç ve güç de olsa bu katara sonradan katıldı.
Hristiyan âlemi dışında Batı’ya (Avrupa’ya) dönük ilk radikal reformist bütün Asya-Afrika tarihinde Üçüncü Sultan Selim’dir (1761-1789-1807). Henüz radikalleşemeyen Batı’ya dönük mahcûbâne ve ihtiyatlı reformlar ise Sadrâzam Râmî Mehmed Paşa ile başlar, 1703’te kellesini zor kurtarıp sürgünde ölür. Lâle Devri (1718-1730) sadrâzamı Nevşehirli Dâmâd İbrahim Paşa, biraz daha ileri gitmeyi dener, kellesini kaybeder. Halbuki Çar Petro ile çağdaştır, engellenmese daha ileri adımlar atabilecektir. Üçüncü Mustafa (saltanatı 1757-1774) bugünkü Teknik Üniversite ile Deniz Harb Okulu’nu, kara ve deniz mühendis okulları olarak açmak cesaretini gösterir. 3. Selim onun oğludur, 24 Şubat 1793’te Nizâm-ı Cedîd dediği Yeni Düzen’i devlet rejimi ilân eder. Devletimizin nice asırlık Nizâm-ı Âlem (Pax Ottomana) rejimini bıraktığı anlaşılır. Büyük Fransız İhtilâli’nden henüz üç buçuk yıl sonrasıdır.
3. Selim, halefi 2. Mahmud ve Japonya imparatoru Mutsu Hito gibi sert vuramadığı için, dehâsına rağmen, yumuşak, nazik, san’atkâr mizacına mağlûb olur, o da öldürülür. Türkiye, çağdaşlaşma hareketinde hayatî önemde 19 yıl kaybeder. Osmanlı, Türkistan’ın ve Kafkasya’nın âkıbetine uğramaktan kıl payı kurtulur.
Ama Sultan Selim, amca oğlu İkinci Mahmûd’u (1784-1808-1839) yetiştirerek ölmüştür. Sultan Mahmud, Vak’a-i Hayriye ile sert vurur (15 Haziran 1826). Cumhuriyet rejimi hariç, Türkiye tarihinin en büyük inkılâbıdır. Ve artık yenileşme hareketi sürüp giderek günümüze kadar gelir.
Hedef, sonradan Atatürk’ün muâsır medeniyet seviyesi dediği bugün çağdaş uygarlık düzeni diye tercüme (!) ettiğimiz, gelişmiş ülkeler düzenine ve yönetimine ulaşabilmektir. Türkiye’nin tekrar büyük devlet olmak hareketi diyebileceğim reformlar silsilesi, birçok kitabımın konusudur. Hızlı reformların bazıları çok vahîm hatalarını da, hiç çekinmeden yazmış ve okutmuşumdur.
Batı’nın üstünlüğü başlıca iki faktöre dayanır: Teknoloji ve demokrasi. Batı dışında bütün toplumlar, bu hedefleri kabûl ettiği halde hepsi başaramamıştır. Demokrasi, hür düşünceyi sağlar. Hür düşünce, keşifleri, ardı kesilmez keşifleri, yüksek teknolojiyi temin eder. Demokrasi, daha zordur. Zira Almanya, Japonya gibi teknolojinin zirvesindeki devletlerde de aksamıştır.
Avrupa kökenli olmayan bütün milletler içinde çağdaş teknolojiye ve refah düzeyine en erken ve en hızlı giren devlet Türkiye’dir. Ama ulaşabilen tek devlet Japonya’dır. Çin henüz uzaklardadır. Zira insan haklarını güven altına alan tek rejimden, demokrasiden mahrumdur. Teknoloji, insan içindir, daha rahat yaşayabilmesi içindir. İnsan, teknoloji için değildir. Demokrasiye eksiksiz gediksiz, tavizsiz erişebilen ülkeler, teknolojiyi de elde etmişlerdir. Birkaç nesil (kuşak) harcanarak elde edilen yüksek teknik, öğülmeye değmez.
Kalkınmada eğitim ve kültür politikasının doğru olması şarttır. Bugün her vatandaş için lise öğrenimi isteyen devletler çoğalmıştır. Ancak her alanda, müsbet ilimlerde ve güzel san’atlarda, birinci derecede şahsiyetler yetiştirmek gerekir. Kaliteli eğitim ve estetik çizgileri yüksek kültür, çağın ileri uygarlığını sağlar. Bunu sağlayamayan toplumlardan da çeşitli alanlarda dâhîler çıkmıştır. Ama hedef; toplum, millet, devlet olarak çağın bütün nimetlerine erişmek ve öyle bir ortamda yaşamaktır.
Bu hedef için yapılan reformlar, inkılâplar, sancılı olur. Daima muhalifleri vardır. Her inkılâptan zarar gören kişiler ve kitleler bulunur. İleri geçen kişiler ve kitleler de... Binâenaleyh menfaatler el değiştirir. Zarara uğrayan kitle, inkılâp karşıtlarını oluşturur. Kaldı ki her reformun, her inkılâbın yerinde olduğunu hiçbir millet ve devlet iddia edemez. Böyle iddialar, totaliter ve otoriter yönetimlerce cezalandırılır. Demokrasilerde serbestçe tartışılır.
Sultan Mahmûd’un inkılâpları eski orduyu 8 saatte kanlı şekilde ortadan kaldırıp bugünkü silâhlı kuvvetlerimizi ve subaylarını yetiştiren yüksek okulları kurmaktan ibaret değildir. Bir o kadar önemlisi, devlet yönetimini, bu yönetimdeki katılımlarını askeriye ve ilmiye sınıflarından alıp mülkiye sınıfına vermesi, yani sivilleştirmesidir. İlmiye sınıfının da üniformalı ve rütbeli bir sınıf olduğu bugün unutulmuştur. Hâkan, halîfe ve Roma imparatoru titrlerini taşıyan padişah, ilmiye’nin rütbe ve üniformalarını olduğu gibi bırakmıştır. Ancak eğitim, kültür, adalet, vakıflar, ilçe ve belediye yönetimi alanlarını ilmiye’den alıp mülkiye’ye devretmiştir. Bu inkılâp ilmiye’yi çok kızdırmıştır. Zira bakanlar kurulunda 2 mareşal, 1 büyükamiral 3 askere, fakat yalnız 1 ilmiye mensûbuna (şeyhulislâma) yer vermiştir. Ancak halîfe’ye kafa tutulamayacağı için ilmiye’nin çok yakın zamanlara kadar süren tepkisi, Sultan Mahmûd’un emriyle Tanzîmât’ı -ölümünden az sonra- ilân eden Mustafa Reşid Paşa ve ekibine yönlendirilmiştir.
Atatürk, hiç değilse iki inkılâpta, cumhuriyet rejimine geçmek ve Arap harfleri yerine Latin harflerini kabûl etmekte, Sultan Mahmûd’un ufuklarını bile aşmıştır. Harf inkılâbı, daha doğru bir alfabe vermekle beraber, yeni kuşakların eski edebiyatımızı okuyamayıp o kültürden kopmaları maksadını da taşır. Bu derecesine Rusya ve Çin gibi rejim değiştiren büyük imparatorluklar bile girişememiştir. Eski kültür, Latin alfabesine hâlâ geçirilememiş, zaten o zamanki Türkçe, dil inkılâbı ile başka bir lisan hâline getirilmiştir. Bu husus, dünya tarihinin en radikal inkılâbıdır; dil değiştirmek.
Bu radikalliklere, Osmanlı+Cumhuriyet dönemlerindeki çoğunluğu yararlı ve yerinde, hattâ kaçınılmaz inkılâplara, reformlara rağmen bugün, bütün o değişiklikleri bize kabûl ettiren Sultan Mahmûd’un ve Atatürk’ün hedefleri çağdaş uygarlık düzeyi ve Büyük Türkiye çizgisi elde edilemedi. Niçin? Gelecek hafta sunacağım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.