Kıbrıs, Tunus ve Mısır’da kırbaç yorgunluğu
Anadolu topraklarında genel kuraldır:
Köylerde meyve vermeyen ağaç dikilmez, ısırmayan ve havlamayan köpek beslenmez.
Kendini beğenmiş kimileri bu durumu Türk köylüsünün estetik yoksunluğuna bağlar.
Öyle bile olsa köpeğin hasının hasmını ısırma şiddetiyle, bahçedeki ağacın da verdiği meyvenin lezzetiyle kıymetlendiği bu sert ve kuru coğrafyada neyin içten bir coşkunluk, neyin yavşak bir oyunbazlık olduğu çabucak kavranır.
Çünkü zanaatın sanata dönüştüğü anların azlığı, insanlardaki sahtekarlığı tespit yeteneğini geliştirdiği gibi samimiyet hissini de diri tutar.
Kimse süsleme yapamadığı ve yapılmış olandan da anlamadığı için her şey yalın, acımasız ve son derece sahici yaşanır.
Doğrudan doğruya hadiseye ve onun çıplak gerçekliğine koşullanmış bu yaşam biçimi, hayata tutunmanın dışındaki hiçbir uğraşıya yer bırakmaz.
O uğraşılara kafayı takan kimileri ortamın elverişsizliğine rağmen estetik bir değer üzerinde samimiyetle sebat ederse, geriye kalanlar tarafından hakkı elbette ki teslim edilir.
Fakat bu gibiler artık günümüzde yoktur.
Ortalıkta bir estetik değer uğruna dolaştığını öne sürenlerin neredeyse tamamı ise koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebilik taslamaktan öteye geçemezler.
Yaptıkları şeyin değersizliği ve konuştukları kelamın geçersizliği, onlar ne kadar süslerse süslesin, hayata tutunma gailesindeki ahali tarafından şayet köpek iseler azıtılmakla, ağaç iseler kökünden kurutulmakla akıbetleri nihayete erecektir.
Bu sert ve kuru toprağın çocukları, kendileri süsleme yapamaz ve onu belki de anlayamazlar bile ama sarf edilmiş hakiki bir emeğin, zanaatı sanata dönüştüren müstesna bir zihnin hakkını teslim etmeyi de bilirler.
O bakımdan henüz tatmamış olsak da bir “Devrim”in ne demek olduğunu da biliriz bayım.
Tunus’tan, Mısır’dan misaller getirip de bize Kıbrıs’ta “hastir” çekenlerin, bu zokayı “devrim” diye yutmamızı beklemeleri, kendilerini pek kolay hain yapar ancak bizleri asla aptal yapmaz.
Taraf gazetesi pazar günü “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” sürmanşetini atarken, başyazarı Ahmet Altan da yazısında, “Orada kalmakta ısrar edersek, dünyanın yapamadığını Kıbrıslı Türkler yapıp Türkiye’yi oradan çıkartacak. Türkiye, bölgenin ‘halk ayaklanmaları’ dönemine girdiğini fark etmezse, bunu ‘bazıları’ gibi çok acı tecrübelerle ve rezil olarak öğrenir” diyerek, rezaleti ve ihaneti baş aşağı çevirdi. Gâvurun bu bildik tehdidini adi bir süsleme sanatıyla örtbas edip, içeriden ve bizden görünerek gâvurdan çok daha iyi ve etkili yaptığını sandı.
***
1571 yenilgisinden bu yana sürekli kaybeden, 1683’ten itibaren de biteviye geri çekilen bir milletin, satılmışlık duygusunu bile artık hoş gördüğü çok ağır bir yorgunluğun tam ortasındayız.
O bakımdan Ahmet Altan’ı da Kıbrıs’ı, Tunus’u ve Mısır’ı da biliyor ama anlatmaya güç yetiremiyoruz.
Kuzey Kıbrıs’ta “hastir git” pankartlarının açılması karşısında basın, muhalefet ve iktidar olarak verilen tepkinin “adet yerini bulsun” kabilindeki dozu, işte bu yüzden hiç kimseyi şaşırtmadı.
Bu arada altımızdan kayan şey sadece vatan toprağı değil elbette. İslamcılar, Sosyalistler, Kemalistler ve daha bilmem ne olarak düne kadar herkesin kendini yegane meşruiyet karinesi olarak konumlandırdığı zemin olan yurtseverlik, bağımsızlık, İslamlık, sosyal adalet ve daha pek çok nirengi noktası gözlerimizin önünde yıldızlar gibi kayıyor.
Her kim kendi meşrebine göre öne çıkardığı bir şeyi varsa, en önce kendisi o şeye ihanet etmeye hazır olduğunu, hasımlarının bu yöndeki talebini beklemeksizin haykırıyor.
“Sosyalistim ama ekmek siyaseti yapmıyorum, bakın kimlik siyaseti de yapıyorum” diyeninden, “Müslüman Kardeşler’iz ama ayaklanma sonrasında seçimlere girecek değiliz. Bu halimizle Batıyı ürküteceğimize, AK Parti gibi uyum gösterir sıramızı bekleriz” diyenine kadar satılmışlık duygusunun işgali altında habire kırbaçlanıyor ve yoruluyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.