Can hocamız Duran hocamız
Peygamber gülüşü bakışlara kar yağmış zamanın ortasında. Gönlüm kesintiye uğrayan tebessüm infakının yasında. İnanmışız ölüm Allah’ın emri yapışır yakamıza. Salkım saçak bir hüzün düştü omuzlarımıza. Ölüm takvim kullanmıyor. Kaht-ı rical devrindeyiz. Şirazesi bozulmuş çöllerin, ziyası akmış gözlerin, nuru sönmüş yüreklerin arasından yitip gitmiş can hocamız Duran hocamız. Dünyadaki süresi doldu. Yüreğimiz yandı, can hocamız Duran hocamız soldu.
Vefatından bir hafta önce ziyaret ettiğimizde; “Gidebilirsiniz. Göreviniz bitti. Benden ümmete selam söyleyin!” diyerek bizimle vedalaştı. Bu son vedamızın bende özetlediği şu oldu: Bohçalandı ömür feracesi. İliklendi Duran hocamızın vadesinin kopçası. Gümüş duygular sürüklendi gitti ömür denizinde. Hoca yüreğinin bütün kuşlarını salmış. Öteye giden gemiden randevu almış. Ayaklarının altında çiğnenen bir ömrün solgun gülleri can çekişiyor, zamanı kalbine gömmüş. Ötelere gitmenin, randevu zamanı geldiğinde cenneti dünyaya indirmeyi hayal ettiğimiz günlerin koskoca bir yalan olduğunu fısıldayacak yalan dünya kulağımıza!
Can hocamız Duran hocamız; dava fıkhına vukûfiyeti, yaşadığı çağı anlama, süreçleri sezme ve dini adına tutulması gereken yolu idrak etmenin yanında, firaset ve basiret dolu usullerle uhdesindeki mesuliyeti yerine getirmekte fevkalade mahir bir hoca, istidadı ve hamiyet-i diniyesi olup da ne yapacağını bilemeyenler için kurak çölleri cennet-asa vahalara çevirmek üzere çağlayan bir Hızır çeşmesiydi. O fikrin kıtlık yıllarında yayınladığı İslami eserlerle ümmetin evladlarına katık oldu.
Duran hocamız Cağaloğlu’nda sevgi bağıydı. Yüreği tevhidi hizmetlerle tutuşan hocaların durağıydı. Şahidiz ki; o; yarına cami, ağyarına da maniydi. Hakkın hatırını ali sayardı. Hakkın hatırını ali saymayanları unvan ve rütbelerine bakmadan adilerden sayardı.
Can hocamız Duran hocamız; Hak’tan gelmiş olan kelamın sevdasına düşmüşlerin manevi cihetiyle hamisi, doğru yoldaki işaret taşı, kılavuzu ve dert babasıydı. Onun en büyük arzusu; “bir çağın vicdanı olmak”, “idrakimize vurulan zincirleri kırmak”, “Müslüman’ı Müslüman’dan ayıran bütün duvarları yıkmak”, “bir devrin şuuru olmak”, “adaleti ayakta tutan şahitlerden olmak”, “muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak” idi. Bunun için çırpınıp duruyordu. Zor zamanda kimliğini ibraz eden muvahhitlere apayrı bir değer veriyordu.
Kurduğu Şamil Yayınevi’nde kaynak eserlere ağırlık vermişti. Çünkü o; kaypakları hayat sahnesinden silmeye çalışan kaynak adamdı. Can hocamız Duran hocamızın temel ölçüleri şunlardı:
1- Önce Tağut’u tekzip edip reddetmeli, sonra tevhidi tasdik etmeliyiz. 2- İslam’a bir bütün olarak bakmalıyız. 3- İslam’ı hakim, küfrü mahkûm kılmaya çalışan Müslümanlar arasında meslek, meşrep ve mezhep taassubu göstermemeliyiz. 4- Bütün işlerimizi istişare ile yapmalıyız. 5- İfrat ve tefritte değil itidal üzere olmalıyız. 6- Hizmet çeşitlerimizi ve alanlarımızı çoğaltmalıyız. 7- İslam’ı hayata hakim kılma hassasiyeti olan her Müslüman ile görüşmeliyiz.
Duran hocamız son yıllarda Vakit gazetesindeki yazılarında Cemaat, Ümmet, İmamet, Medine ve Medeniyet diyordu. Bu yazılarıyla genelde insanlara özelde ise Müslümanlara nerede durduklarını ve ne olduklarını hatırlatıyor ve bu hatırlatma dolayısıyla da tembel zihinler, münafık ruhlar ve sefil vicdanlar için tepki çırpınışları başlıyordu. Ama o bu çırpınışlara aldırmıyor ve aldanmıyordu.
Can hocamız Duran hocamız; Anadolu’yu İstanbul’a getirmişti. İstanbul’u da Anadolu’ya götürmek istiyordu. İstanbul’da yeniden cemaati oluşturmak için Vakit gazetesinin sütunlarında Anadolu’ya haber gönderdi. Ama cevap gelmedi. Parsellenmiş Müslümanların hali pür melali onu üzmüştü.
Cemaat diyerek yola çıkmıştı. Cemaati görünce cemaati ömrünün hasreti olarak yüreğine misafir etti. Onun yüreği her dem bir cemaat idi. O, “emrolunduğu gibi dosdoğru olmaya çalışanlar” ordusunun sadık neferi olarak hep kendini takdim ediyordu!
Duran Kömürcü hocamız; insanlığın gerçek birer “insan” olması için yol yordam gösterdi, deniz feneri oldu. Gün geldi mum gibi etrafı aydınlatırken eridi. Özyurdunda garip yaşadı. Uzak iklimlere meyilli kuşlar kafilesi gibi dünyadaki özlem menziline varmadan hayatın etrafında kendi garipliğinin bağrında döne döne yoruldu. Hizmette yoruldu, yine hizmette dinlendi.
Can hocamız Duran hocamız; günümüz insanlığının çok ötesinde güzelliklere sahipti. O, nezaket ile dopdolu bir zamane çelebisi idi. Hayat serüveninde kendisi incindi, incitmedi; Müslümanların incitildiği yerde de hiç inci aramadı.
Can hocamız Duran hocamız; sevgi cimrisi olanlardan kızardı. İmanının insanı olanları sevgi defterine yazardı. O; hezimetlerden ders çıkarmış hizmet yolunda yürüyen bir dava adamıydı. Kim olursa olsun, bir “adanmışlıktır” dava sahibi olmak. Mücadeleyi terk ettiğinden ötürü “Senin şerefin nerde?” diye sitem edildiğinde, Ebu Süfyan, “Benim şerefim develerimin sırtında” karşılığını vermişti. Davası olmayanın, taşıyabileceği bir şerefi vardır nihayetinde. Ama bankalarda, ama borsalarda, ama develerinin sırtında... İşte can hocamız Duran hocamız dava adamı olduğu için şerefini bankalarda, borsalarda, develerin sırtında değil, “bir kurşun gibi” yüreğinde taşıdı.
Ölüm gelmeden ölümü omuzlarında taşıdı. Can hocamıza Duran hocamıza bereketli ömrü sonunda gittiği yeni yurdunda, Allah’tan selamet ve rahmetler diliyorum. Bütün evlatlarına ve sevenlerine sabrı cemil niyaz ediyorum. Rabbim cennette cem etsin hepimizi sevdikleriyle birlikte...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.