Mihver Ülkelerinin İki Silahşoru: Kaddafi Ve Sarkozy!
Yeni Dünya Sistemi (YDS) adıyla anılan postmodern küresel düzenin oturtulması sürecine işlerlik kazandırmaya çalışan ABD, neoemperyal yayılımında “merkez” olarak kabul ettiği “Yeni Ortadoğu” coğrafyasında, İsrail’in bencil politikaları nedeniyle epeyce zorluk yaşamaktadır. Karşılaşılan bu zorluk ve açmazların üstesinden gelebilmek için, yanına aldığı İsrail ve Avrupa Birliği (AB) ile birlikte oluşturdukları üçlü mihver bile, yüzleşilen sıkıntılar karşısında çaresiz duruma düşmüş bulunuyorlar. O nedenle, gelinen noktada, ellerinde kalan tek çıkış yolu, “böl, parçala ve yönet” politikasıdır. Kuşkusuz, öncelikli olarak Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası (GOC=Yeni Ortadoğu)’ndaki İslâm ülkeleri üzerinde uygulanacak olan bu “ayrıştırma” politikasının başarılı olabilmesi için, olmazsa olmaz önkoşullardan birisi Rusya, Çin, Hindistan üçlüsünün tarafsızlık noktasına çekilmesi iken; ikinci önkoşul ise İran, Pakistan ve Türkiye’nin tamamen güçten düşürülerek dirençlerinin kırılmasıdır.
Şanghay İşbirliği Örgütü içerisinde, birlikte hareket etme kararı vermiş olan Çin-Hindistan-Rusya üçlüsünün tarafsızlığını ya da asgari müşterekler çerçevesinde Mihver ülkeleriyle birlikte hareket edebilmelerini sağlama noktasında, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’ye önemli bir misyon yüklenmiş bulunuyor. Sarkozy’ye, Fransa tarihinin beş asırdan beri kemikleşmiş dış politika anlayışıyla taban tabana zıt bir misyonu yükleyen güç, görünürde ABD olsa da, gerçekte dünya Yahudi örgütleridir. Kuşkusuz, Sarkozy’nin, söz konusu misyonu üstlenmesinin altında yatan çok önemli ve ayrıcalıklı özellikleri vardır. Bu dikkat çekici kişiliği, Siyonizm davasının “dünya devleti” idealine hizmette kullanmak için, İsrail ve dünya Yahudiliği bütün gücüyle bastırmaktadır. Kuşkusuz, Sarkozy’yi bu derece fonksiyonel ve aksiyoner konuma getiren sadece kendi kişilik ve karizması (büyüleyici özelliği) değildir. Pek tabii olarak, küresel ölçekli Yahudi sermayesi ile Siyonist örgütlerin de Sarkozy üzerinde ciddi emekleri bulunmaktadır.
O nedenle Sarkozy, kendisine yüklenilen çeşitli misyonları yerine getirirken, sadece postmodern küresel sistemin perde arkasındaki gerçek hâkim güçleri konumundaki Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) ile Uluslararası Fonlar (UF)’ın kendisine biçtikleri misyona değil, aynı zamanda Fransa halkının beklentilerine de uygun adımlar atacaktır. Dolayısıyla, samimi bir Siyonist olan Sarkozy, Siyonizm davasının hedefleri ile Fransa’nın milli menfaatlerini aynı kulvarlarda buluşturabilmek için, her iki kesimin vizyonunu çakıştıracak derecede stratejik davranmak zorundadır. Aksi halde, iki taraftan biri nezdinde hain ilan edilmiş olarak tarihe geçecektir. Verilen izlenime bakılırsa, sahip olduğu yetenek ve özellikleri yönü itibariyle Sarkozy, Siyonizm davası ile Fransız menfaatlerini aynı noktada buluşturacak gibi görünüyor.
İşte, Sarkozy’yi, bu derece nitelikli konuma yükselten dikkat çekici özelliklerini şöyle sıralayabiliriz; a) Yahudi asıllı olmasından kaynaklanabilecek olan negatif yönlerinden ziyade, pozitif yönleri daha çok içselleştirmiş olmasından hiç gocunmaması; b) Kendisini Siyonizm davasına adamış olmasının da etkisiyle, küresel Yahudi sermaye çevreleri nazarında hatırı sayılır bir konumda bulunması; c), Avrupa Birliği’nin öncü ülkelerinden birisi konumundaki, Fransa’nın liderliğine yükselmesinin verdiği müthiş “blöf ve şantaj gücü”nü profesyonelce kullanabilmesi; d) Müzakerecilik ve diplomasi yeteneğinin oldukça üst seviyede bulunması; e) Dünya dengelerini çok iyi bir şekilde maniple edebilme kapasitesidir.
Sarkozy’nin en önemli rolü, AB içerisinde öncü, önder ve kilit ülke konumundaki Fransa’nın lideri olması nedeniyle, AB’yi tamamen Siyonizm davasına ve dolayısıyla tek kutuplu dünya sisteminin kökleşmesi hedefine adamasıdır. Bu noktada Sarkozy’nin, altı çizilmesi gereken önemli bir rolü ise, Avrupa tarihinin son altı asrı içerisinde hep Truva Atı rolünü üstlenmiş ve hatta soğuk savaş döneminin en hassas ortamında bile NATO’nun askeri kanadından çekilmekten çekinmemiş olan Fransa’nın “Batı ittifakının arzuladığı doğrultuda” kontrol altına alınması hususunda, icra ettiği önemli hizmettir. Mesela, 11 Eylül süreci çerçevesinde ABD tarafından gerçekleştirilen, Afganistan ve Irak’ın işgaline karşı çıkan Fransa’nın ve dolayısıyla AB’nin, şimdilerde tamamen ADB ve İsrail ikilisinin yanında yer alması hiç tesadüfî değildir. Öte yandan, 11 Eylül süreciyle birlikte resmen devreye girdirilen, tek kutuplu dünya sistemine tek alternatif olabilecek olan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün öncü ülkeleri konumundaki Rusya ile Çin’in ikna edilmesi hususunda icra etmeye çalıştığı misyon yönünden bakıldığında da, Sarkozy’nin rolü ve ABD-İsrail nazarındaki yeri daha iyi kavranacaktır. Ayrıca, dünya Yahudilerinin doğrudan hamiliğini üstlenmiş olması ve açıkça Siyonizm davasının bayraktarlığını yapmaya çalışması bakımından da Sarkozy, oldukça ayrıcalıklı bir konum, rol, görüntü, tarz ve yapıya sahiptir.
Soğuk savaş sonrası dönemin başladığı 1991 yılından sonra ilk defa, Sarkozy’nin Fransa Cumhurbaşkanı olmasından sonra, ABD ile AB’nin aynı çizgide buluşması; 2001 yılından itibaren şekillendirilmeye çalışılan tek kutuplu dünya sistemi (Siyonizm’in dünya devleti ideali)’nin rayına oturtulmasına hizmet etmesi açısından önemli bir başarıdır. Sarkozy sayesinde tesis edilen ABD-İsrail-AB mihverinin, Yeni Küresel Sistem (YKS)’in kilometre taşlarını rahatça döşeyebilmesi için, Batı Mihveri (ABD-İsrail-AB mihveri=Hegemon Mihver)) ile Doğu Mihveri (Çin-Hindistan-Rusya üçlüsü=Şanghay Mihveri)’nin en azından asgari müştereklerde buluşturulmaları gerekmektedir. İşte, tam da bu noktada da Nicholas Sarkozy’nin yetenek ve gücüne ihtiyaç duyulmaktadır.
Açıkçası, ABD-İsrail-AB birlikteliği varsayımı altında; Hegemon Mihverin, Yeni Ortadoğu’da başarılı olabilmeleri için, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün nötr (tarafsız, yansız) hale getirilmesi çok büyük öneme sahiptir. Çünkü bu örgüt, dünya politikasının derinliği bağlamında, oldukça yeni bir teşkilat olmasına rağmen, daha şimdiden dünya dengelerinin oluşturulmasında belirleyici bir konuma tırmanmış durumdadır. Mesela; Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içerisinde birlikte hareket eden Rusya ile Çin, yaptıkları dikkat çekici çalışmalarla Hindistan’ın da dikkatini çekerek, bu ülkenin, ŞİÖ’ne üye olma yönündeki arzusunun en üst seviyeye çıkmasına zemin hazırladılar. Hatta, bu olumlu gelişmelerin etkisiyle Çin ile Hindistan, tarihlerinde ilk defa, Kasım 2007’de, ortak askeri tatbikat düzenlediler. Dolayısıyla, ŞİÖ’nün son toplantısına “gözlemci” sıfatıyla katılan Hindistan ve İran, gelecek yıllarda bu örgüte üye olma yolunda önemli bir noktaya gelmiş bulunuyorlar. Dikkat edersek; Şanghay İşbirliği Örgütü, sahip olduğu potansiyel yönü itibariyle, ABD-İsrail-AB mihverini dengeleyebilecek bir konuma sahip olan tek uluslararası örgüt özelliğine sahiptir. O sebeple, arkasına aldığı küresel destek vesilesiyle Sarkozy, bu örgütün öncü ülkelerini pazarlık masasına çekerek ikna etme konumuna taşınmıştır. 2007 yılının Sonbahar’ında, Farnsa Lideri Sarkozy ile Rusya Lideri Vilademir Putin’in bir araya gelmesi, bu önemli pazarlıkların ilk ciddi adımı olarak değerlendirilebilir.
Pek tabii olarak, burada ele aldığım hususlarla sınırlı bir misyon biçilecek olursa, Sarkozy’ye haksızlık(!) yapmış olabiliriz. Örneğin; Sarkozy’nin, “Akdeniz Birliği” ve “AB Akil Adamlar Heyeti” projeleri de pek yabana atılacak cinsten atılım ve açılımlar değildir. Söz konusu projelerin ayrıntılarına girildikçe, Siyonizm davasına hizmetin esas alındığı bariz bir şekilde görülmektedir. Bu bağlamda, özellikle, Yeni Ortadoğu Coğrafyası’ndaki ülkeler içerisinde Truva Atı rolüne büründürülmek istenen Libya Lideri Muammer Kaddafi ile girdiği yakın ilişki büyük öneme sahiptir. Çünkü nasıl ki Sarkozy, ABD ile Rusya arasında hakem ve arabulucu rolüne soyundurulmuşsa; aynı şekilde, Kaddafi de, özellikle Arap ülkeleri arasında Truva Atı rolüne büründürülmek istenmektedir. Mesela, ABD Başkanı Bush’un Kaddafi’ye göndermiş olduğu son “bayram mesajı”nda kullandığı şu cümle, her şeyi daha net bir şekilde gözler önüne sermektedir: Bush diyor ki, "Bu kutsal bayram dolayısıyla Ekselanslarına dünyanın bütün bölgelerinde barış ve özgürlük için birlikte çalışma arzumu dile getirmek isterim". Bush’un bu mesajı ile Sarkozy’nin Kddafi’ye, Paris’te çadır kurduracak derecede müsamaha göstermesinin altında yatan neden, Hegemon Mihver’in Kaddafi’yi maşa olarak kullanma hesaplarıdır. Aksini düşünmek ise, saflık olmasa bile, itidalsizliktir.
Bu yönden bakınca, Sarkozy’nin rolünden farklı olsa da, Muammer Kaddafi’den de hiç de az şeyler beklenmediği rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bu konu, etraflı bir şekilde analiz edilmeğe değer bir yapı arz etmektedir. Şöyle ki; soğuk savaş sonrası dönemde, ABD önderliğindeki Batılıların, Arap dünyasında, kullanabilecekleri yapıda iki önemli lider kişilik öne çıkıyordu. Bunlardan biri Irak’ta, diğeri ise Libya’da “askeri darbe” yoluyla iktidara gelmiş, diktatöryal, hırslı, kullanılmaya müsait kişiliğe sahip insanlardı. Bunlardan Saddam Hüseyin, İran’da İslami devrimin iktidara gelmesinden sonra, ABD-İsrail-AB üçlüsünün isteğine uygun olarak İran’la gereksiz bir yıpratma savaşına girdi ve sadece Ortadoğu’nun imajını yerle bir etmekle kalmadı, aynı zamanda İslam dünyasındaki Şii-Sünni kutuplaşmasının yeniden canlandırılmasına yarayacak kıvılcımı yaktı. Sekiz yıl süren (1980-1988) İran-Irak savaşı süresince, ilginç bir şekilde, iki kutuplu dünya sisteminin mantığına aykırı olarak, NATO ile Varşova Paktı kutuplarının her ikisi de İran’a karşı Irak’ı desteklediler. Bu uzun süreli yıpratma savaşının etkisiyle İran, kendisinden beklenilen sıçrayış ve kalkınma hamlesini yapamadığı için, “Büyük İsrail” idealinin önüne ciddi bir engel olarak dikilemedi; ama, İslam dünyasının bu iki halkı, modern savaş oyun ve teknikleri yönünden önemli derecede deneyim sahibi oldular.
Öte yandan, ABD ve Sovyetler Birliği’nin talimatlarına uygun hareket eden Irak Lideri Saddam Hüseyin, her iki kutup başından aldığı ciddi desteklerin etkisiyle, boyundan büyük heveslere kapıldı ve yine ABD’nin teşvikiyle Kuveyt’i işgal etti. Saddam’ın, Kuveyt’i işgal etmeye teşvik edilişi aslında bir oyundu; tıpkı İran’ın üzerine salınarak savaştırıldığı gibi. Daha önce, Irak vasıtasıyla, İran’ı yıpratarak sivrilmesinin önüne geçen Süpergüçler; bu defa da, başka bir yöntemle, Kuveyt’i işgal eden ve gözünü diğer zengin Arap ülkelerine diken Irak’ın diktatörü Saddam Hüseyin’e karşı, bütün Körfez’deki Arap ülkelerini koruma bahanesiyle Arap dünyasını kontrol altına aldı. ABD, bu yolla, 1974-1980 yılları arası dönemde yaşanan petrol krizlerinden istifadeyle, trilyonlarca Petrodolar’lık sermaye birikimine kavuşmuş olan Körfez ülkelerinin kaynaklarını emerek, o ülkeleri tamamen fakirleştirdi. Tabii ki, bütün bu oyunlara alet olan ve piyon olarak kullanılan Saddam Hüseyin ise, hiçbir zaman huzur bulmadı ve bütün insanlık karşısında rezil olarak bu dünyadan göçüp gitti.
Şimdilerde ise; 11 Eylül sürecinden sonra, ABD’nin Afganistan’ı işgali ve işgal edilecek ülkeler listesinde Irak ve Libya’nın da olduğunu dünya kamuoyuna duyurmasından korkarak, bütün iddia, ideal ve efelenmelerinden vazgeçen Libya Lideri Muammer Kaddafi, Yeni Ortadoğu coğrafyasında, Mihver ülkelerinin istekleri doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in yerini doldurmaya aday gibi görünüyor. Libya Lideri Kaddafi’nin, ABD tarafından, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi(GOP)’ne hayatiyet kazandırmaya hizmet edecek kıvama getirilmesi süreci daha 2003 yılından itibaren başladı. Daha önceki yıllarda, hedefteki “terörist ve haydut ülkeler” listesinin neredeyse en başında yer alan Kaddafi’nin Libya’sı, Ekim 2001 ile Ocak 2003 yılları arası dönemde yapılan gayri resmi görüşmeler ve gizli anlaşmalar neticesinde, hem terörist ülke olmaktan, hem teröre destek veren ülkeler listesinden ve hem de Birleşmiş Milletler (BM) yaptırımları uygulanan devletler sınıfından çıkarıldı.
Daha sonraki yıllarda, ABD-İsrail-AB mihveri ile Libya arasında yürütülen diyaloglar dikkatle incelendiğinde, görülmektedir ki; Libya, tamamen Hegemon Mihver ülkelerinin Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyası’ndaki atılım ve açılımlarına uygun bir şekilde değişimsel dönüşüme tabi tutulmuştur. Dikkatli gözlemciler ile karizmatik liderlerin, bu durumu kesinlikle yabana atmayacaklarını düşünerek, bilhassa Türkiye, İran ve Pakistan yönetimlerinin Libya’yı başıboş ve sahipsiz bırakmamalarını hassasiyetle öneriyorum. Özellikle, ABD Başkanı Bush’un, Libya Lideri Kaddafi’ye gönderdiği Kurban Bayramı tebrikinde vurguladığı “dünyanın bütün bölgelerinde barış ve özgürlük için birlikte çalışma” arzusu ve Siyonizm davasının Bush’tan bile ileri derecedeki savunucusu konumunda bulunan Fransa Lideri Nicholas Sarkozy’nin “ciddi anlamda kamuoyu tepkisine rağmen” hem Libya’da ve hem de Fransa’da Kaddafi’yle yakın görüşmeler yapmasının etkisiyle etrafa yayılan “korkunç iddialar” göz önünde bulundurulacak olursa; Libya Lideri’nin kesinlikle başıboş ve Egemen Mihver’in güdümünde bırakılmaması için, İslam dünyasındaki hemen her kesimin büyük sorumluluklar üstlenmesi gerekmektedir.
Şayet İslam dünyası, Libya Lideri Muammer Kaddafi’yi kazanmaya yönelik gerekli girişim, atılım ve açılımları yapamazsa; Kaddafi’nin, GOP bağlamında, Mihver’in arzu ettiği doğrultuda racon kesmeye başlamasının önüne geçilemeyebilir. Mesela; 10 Aralık 2007’de Fransa’yı resmen ziyaret ettiği sırada, çeşitli platformlarda, Kürtlerle ilgili, “Türkiye, İran, Suriye ve Irak” gibi ülkelerin bölünmesine yeşil ışık yakma anlamına gelen açıklamalarda bulunması, Kaddafi’nin ne derece kullanılmaya ve içinde bulunduğumuz bölgeyi karıştırmaya müsait bir yapıda olduğunu göstermektedir. Bu insan, gerçek anlamda uyandırılmadığı ya da ciddi anlamda korkutulmadığı sürece, her an için, ABD-İsrail-AB üçlüsü tarafından, Yeni Ortadoğu’nun tamamen istila edilmesine yönelik projelerde piyon olarak kullanılabilir. Hâlbuki İslam dünyasında hatırı sayılır bir yer edinmiş olan Cumhurbaşkanımız Sayın Gül ile Başbakanımız Sayın Erdoğan, eğer zamanında meselenin üzerine eğilerek Kaddafi’yi uyandırabilirlerse; inanıyorum ki bu defa, Libya Lideri, İslam dünyasını kasıp kavuran sorunların ortadan kaldırılması noktasında müthiş derecede hizmetler sunacaktır.
Öyle ise, küresel güç odaklarının yaydığı dezenformasyon ve saldığı korkuların etkisiyle uyuşturulmuş olan Kaddafi’nin uyandırılması için, olabildiğince hızlı davranılmalıdır. Zaten, Yeni Ortadoğu’nun bir köşesinde yanmakta olan ateşi bütün bölgeye yaymakla hedeflerine ulaşacağını zanneden Hegemon Mihver Ülkeleri bile, ortalık durulduktan ve düşmanlıklar ortadan kalktıktan sonra, yapmakta oldukları hataları daha iyi anlayacaklardır. Öyle ise, Türkiye’nin, barışı tesis etme ve fitne fesadı bertaraf etme amacıyla yapacağı girişimler belki Mihver ülkelerinin kızgınlığını çekebilir; ama sonuçtan, başta İsrail olmak üzere, en çok Mihver ülkeleri faydalanacaklardır. Açıkçası Türkiye, bu barışçı girişimleriyle, bu zamana kadar olduğu gibi, bundan sonra da ABD, İsrail ve Avrupa Birliği ülkeleriyle dostluk içinde bir arada yaşama azmi ve kararlılığı içerisinde olduğunu bir kere daha gösterecektir.