Safeviler'den günümüze 'Alevilik' meselesi
Türkiye'nin gündemi hiç değişmiyor. Bir lahza suskunluktan sonra, Alevilik de gündemdeki yerini almakta gecikmedi. Çünkü başından beri Türkiye'nin her meselesi olduğu gibi, bu meselesi de çözümsüz bırakılmş ve susturulduğu anda yok sayılmıştı. Bugün ise "Sivil Anayasa" tartışmalarına bağlı olarak yeniden çözüm talebiyle gündeme oturdu ve gündemi fena halde sarsıyor.
Bazısı Alevilik hakkında şöyle diyor, bazısı böyle diyor. Kimilerine göre Alevilik, İslâm içinde yeni bir mezheptir ve dolayısıyla Başbakanlığa bağlı Diyanet Kurumu bünyesinde ona pay verilmelidir. Kimileri Aleviliği bir tarikat olarak kabul ediyor ve Diyanet'ten ayrı bir yapıda resmen tanınması gerektiğini savunuyor. Kimleri de, "Aman susun, bu da nerden çıktı böyle, AB mi kışkırtıyor ne, konuşursanız bölünürüz" görüşünü taşıyor.
Biz de bu tartışmalara tarihi bir boyut getirelim istedik. Belki taraflara ve tartışmalara bir katkımız olur... Madem ki günümüzde bir türlü çözümü bulunamayan bir çok mesele tarihten kaynaklanıyor, o halde bu meselelere şık tutacak tarihten başka bir şık kaynağı da yoktur.
ALEVİLER'İN KÖKENİ
Türkiye'deki Aleviler'in kökeni, yanlış biçimde Hacı Bektaş-ı Veli'de, Ahmed-i Yesevi'de, yahut Hazret-i Ali'de aranır. Çünkü Türkiye Alevileri, kendilerini ne Şii, ne Sünnî hissederler, ne de büsbütün bir tarikat olarak kabul ederler. Tarihte Şilik, Sünnilik tartışmalarının ortaya çıktığı dönemde, Türkiye'deki Alevilerin hiçbiri yoktu. Her ne kadar "Alevi" ismi erken bir tarihte, özellikle Irak yöresinde ortaya çıkmışsa da bununla kasdedilen mânâ birbirine taban tabana zıddı.
Emevilere karşı bir dönemde Abbasilere "Alevi" dendiği gibi, bir dönemde Hazret-i Ali'ye neseb bağı iddia eden Şiî-Batınî isyancılar bu sıfatı alıyor, bir dönemde de "Açık Zikir" yoluna bağlı, Kaadirî, Mevlevî gibi tekkelerden gelen dervişler bu isimle anılıyordu. Ama Ahmed-i Yesevî, Şiî-Batinî isyancılardan olmadığı gibi, "Açık Zikir" yolundan da gelmiyor, dahası Nakşilik'le ilişkili bulunuyordu. Onun yolundan gelen Hacı Bektaş-ı Veli'nin oğullarından birinin, Anadolu'da çıkmış bir Şî-Batınî isyanı olan Babaîlik hareketine katıldığı söylenir.
Babaîlik hareketi, her ne kadar Anadolu Selçukluları'nı kırıp geçmişse de, Osmanlılar devrine gelindiğinde pek bir izi kalmamıştı. Dolayısıyle, Anadolu Aleviliği'ni doğrudan etkilememiş ve onun bizzat kökeni de değildi. Fakat Anadolu Aleviliği özellikle Safeviler'in eseriydi. Bugünkü İran devletinin de temelini atan Safeviler, devletlerini Anadolu'da kurmuşlardı ve onlardan sonra Anadolu'da onların izi hiç silinmedi; ve tarihî gelişimi içinde, bugün "Alevi" dediğimiz kesimler ortaya çıktı.
SAFEVİ DERGÂHI
Safevi ismi, Şeyh Safi'ye nisbetle verilmiştir. Şeyh Safi, Erdebil'de bir tarikat kurmuştu. Soyunun İmam-ı Musa Kâzım'a ve oradan da Hazret-i Ali'ye dayandığını söylüyordu. Bu gibi neseb iddialarının büyük çoğunun sahte olduğu sonradan anlaşılmasına rağmen, bir vakitler Erdebil'de bunun böyle olduğuna inanan ve kendilerine "Safevi" denen müridler vardı.
Bazı tarihçiler Şeyh Safi'yi Sincarlı Kürd Firuz Şah soyundan görürler. Ama genel kanaat, Azerbaycan'ın Sincar yöresinden ve Türk olduğu şeklindedir. Zira kendisine "Pir-i Türk" veya "Cevan-ı Türk" dedirtirdi. Moğol iken Şiîliği benimseyen ve Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer'in kabirlerini Ravza-i Mutaharra'dan çıkarmak isteyen İlhanlı Hükümdarı Olcaytu, Erdebil'deki Şeyh Safi tekkesini himaye eder ve her yıl oraya "şarap, şeker, yağ ve bal" gönderirdi.
Ama o zamanlar tekkenin henüz Şiî mi, Sünni mi olduğunun açık olmadığı da söylenir. Nitekim İlhanlılar'dan olduğu gibi Timurlular'dan ve Osmanlılar'dan da saygı ve destek gördüğü bilinen tekke, Kazvini'nin 1340'ta bitirdiği eserinde "Müridlerinin çou Şafi idi" diye zikredilir. Yine bir Sünni hükümdar olan Celayirli Ahmed, Safevi tekkesine geniş bir arazi tahsis eder ve oraya kendi kolluk kuvvetlerinin girmesini dahi yasaklar.
Şeyh Safi'den sonra Safevi dergâhının başına geçenler, günden güne dozu artan bir şekilde Kuzey ve Doğu İran'daki silahlı Şiî gruplarıyla teması artırırlar. Şeyh Cüneyd zamanında hareket kaygı verici çapa ulaşır. 1448'de Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, Safevileri Erdebil'den çıkarır. Anadolu'ya geçen Şeyh Cüneyd, Fatih'in babası II. Murad'dan dirlik ister. Ancak Vezir Çandarlı Halil, onun, şeyhlik değil sultanlık peşinde olduğunu öne sürerek, II. Murad'ın desteğini engeller. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, Osmanlı topraklarından çıkarılır ve Karamanoğulları'na sığınır.
Konya'da bir tekkede ağırlanır. Tekkenin şeyhi, Şeyh Cüneyd'in fikirlerini yoklar ve ona "Sen küfürdesin!" der. Karaman Beyi İbrahim de, "Muradı sofilik değildir, şeriati bozup kendi beylik ister" diyerek, hakkında yakalama emri çıkartır. Önce Toroslar'daki Varsak Türkmeni'ne sığınan Şeyh Cüneyd, orada da barınamaz ve İskenderun Körfezi'ndeki haçlılardan kalma yıkık bir kaleye sığınır. Ancak bölge Memlûklu topraklarıdır. Civarın ahalisi Memlûk Sultanı'na "Memleketinde Deccal çıktı!" diye haber salarlar. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd oradan da kovulur ve Canik'e (Samsun) kaçar.
"ALEVİ" KAVRAMI
Safevi Dergahı yüzyıllar içinde oradan buraya savruladursun, esrarlı bir şey onu her zorluğa rağmen ayakta tutmakta ve tarihteki büyük rolüne hazırlamaktadır. Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade'ye göre Bedreddin-i Simavi ve adamlarının yetiştiricisi de Safevi Dergâhı ve Şeyh Cüneyd'dir. Öyle ki bu, asırlar boyu itina ile saklanan ve vaktini kollayan büyük bir "sır" olsa gerektir.
"Alevi" kavramı çok büyük ihtimalle Şeyh Cüneyd zamanında ortaya çıkar. Şeyh Cüneyd, Samsun yöresinden "Pontus'u fethedeceğiz" diyerek çok sayıda genci peşine takıp, gelip Diyarbakır'da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a sığındığında kendini böyle tanıtmştır. Uzun Hasan alimlere ve katiblere büyük saygı gösteren, ülkesinin her köşesinde binlerce tekke ve zaviye açtıran, çoğu zaman derviş urbasıyla dolaşan biridir. Şeyh Cüneyd'e de kucak açar, hatta onu saraya alarak, kız kardeşiyle nikahlar.
Aleviler arasında yaygın olan "Haydar" motifi de muhtemelen buradan gelir. Zira Şeyh Cüneyd'in Akkoyunlu sarayında doğan oğlu Haydar, tarikati ilk defa silahlı bir teşekküle dönüştürmüş ve büyük bir atılım yapmştır. Safevi devletinin kurucusuf Şah İsmail de Haydar'ın oğlu ve halifesidir ve Aleviler arasında "Şah" diye bilinir. Ancak tarikat sırrı gereği, Aleviler, yabancılar karşısında, "Biz Haydar ve Şah diye Hazret-i Ali'ye diyoruz" derler.
Akkoyunlu sarayı, Safeviler için bulunmaz bir nimet olmuştur. Safeviler burada Uzun Hasan'ın himayesinde iyice palazlandıktan sonra Karakoyunlular ve Çerkezistan üzerine sefere çıkmaya başlarlar. Şeyh Cüneyd, Çerkezleri yağmalamak, kız ve erkek köleler almak isterken öldürülür. Akkoyunlu tarihçisi Fazlullah'a göre, Anadolu'nun her köşesinden gelen türlü türlü insan, Şeyh Cüneyd'e "Allah" diye tapmakta ve oğlu Haydar'a "Allah'ın oğlu" demektedirler. Şeyh Haydar'ın kıble ve mescid sayıldığına, Aleviler'in "Biz ölüye değil, diriye gideriz" diyerek Hacc'a gitmeyi reddedip Şeyh Haydar'ı kıble edindiklerine dair kayıtlara yalnız Akkoyunlu tarihinde değil, Osmanlı kaynakları ve İtalyan seyyahlarının notlarında da rastlanır.
Şeyh Haydar, babasının yapamadığını yapar ve 20 küsur yıl önce babasının çıkarlıdığı Erdebil toprağına, Uzun Hasan eliyle oturtulur. Horasan ve Sivas arasına hakim olan Uzun Hasan, Şeyh Haydar'a kızını da verir. 1470'ten sonra, Şeyh Haydar, birdenbire Azerbaycan'ın en güçlü siyasi önderi durumuna gelir. Derhal müridlerini silahlandırır. Tekkeyi silah yığınağına döndürür. Çerkezistan üzerine yürür ve büyük bir ganimetle geri döner. Ertesi yıl aynı şekilde Çerkezleri yağmalayıp, Uzun Hasan'ın oğlu Yakub'a da bir miktar pay ayırır.
Ne var ki, Akkoyunlu sarayı bu gelişmelerden huzursuzdur. Şeyh Haydar'ın neyin peşinde olduğunu farkederek, onu Tebriz'e çağırırlar. Kur'an üzerine itaat ve sadakat yemini ettirirler. Şeyh Haydar burada Sabetay Sevi'nin taktiğini izler. Yeminde güçlük çıkarmaz, ama saraydan çıkar çıkmaz Akkoyunlular'a bağlı Şirvan Şah'a saldırır. Akkoyunlular'ın yardımı gelir ve Haydar, delice bir savaştan sonra öldürülür. Üç oğlu Ali, İbrahim, İsmail ve anaları Alem Şah (Marta) Fars'ta bir kaleye hapsedilir ve Haydar efsaneleşir. "Kızılbaş" adı da ondan çıkar. Aleviler arasında "Haydarî taç" denilen kırmızı bir kavuk giymeyi getirmiştir ki, bu da onlara "Kızılbaş" denmesine yol açmıştır.
SAFEVİ DEVLETİ
Sanırız bu anlatılan Safevi tarihi boyunca, Aleviliğin ne olduğunu da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ama bu daha hiçbir şey değil. Şah İsmail'e sıra gelince, bütün bu tarihin de ne kadar sönük ve yavan kalacağı görülecek. Şah İsmail müthiş bir adam. Tarihe yön vermiş, büyük tarihi değişikliklere sebebiyet vermiş bir adam. Karşısına Yavuz Sultan Selim gibi bir dev çıkmasaydı, herhalde bugün Anadolu'da Alevi olmayan bir tek kimse kalmamş olurdu.
Aslında Şah İsmail'in Safeviler'in başına geçme durumu yoktu. Ancak diğer iki kardeşiyle 4 buçuk yıl bir kalede hapis kaldıktan sonra Akkoyunlu prenslerinin iktidar mücadelesinde kullanılmak üzere kaleden çıkarıldılar. Büyük ağabeyi Ali, Akkoyunlu prensi Rüstem'in beklediği hizmeti sağladıktan sonra, yine onun tarafından ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine, İsmail'in yolu açıldı. Ne var ki, İsmail bu sırada 6 yaşındaydı ve kardeşi İbrahim ile birlikte Akkoyunlu saldırısından Rum mahallesinde müridlerince saklanarak kurtarılmştı. Daha sonra aynı müridlerce Erdebil'den Hazar'ın güneyindeki Gilan'a kaçırıldılar.
Gilan'da Aleviler onun önüne gelip secde etmeye başladıklarında, İsmail henüz her şeyden habersiz bir çocuktu. 12 yaşını tamamlayınca (1499), 300-500 civarındaki müridin başına geçerek, yine Hazar kıyısındaki Ercüvan'a geçti. Buradan Anadolu'daki müridlerine haber salıp Erzincan'da toplanmalarını istedi. Sivas, Amasya, Tokat yörelerinden, Antalya'nın Tekelû, Tarsus'un Varsak ve Karaman'ın Turgutlu yörüklerinden Erzincan'a toplu bir göç oldu. Aynı şekilde Zülkadirli eayasından, Maraş, Elbistan, Harput merkezlerinden ve Kayseri, Sivas ve Yozgat'ın Bozoklar'ından toplam 7 bin kişi Erzincan'da toplandı. O sırada Akkayonlu devleti ikiye bölünmüş, Osmanlı Sultanı II. Bayezid de Anadolu'da olanlardan habersiz Mora'nın fethiyle meşguldü.
Şah İsmail Erzincan'a indi, müridlerinin başına geçti ve gök gürültüsünü andıran bir uğultu ile Azerbaycan üzerine yürüdü. Şirvan Şah'ı öldürerek babasının ve dedesinin öcünü aldı. Ardından Azerbaycan'da genişleyerek neredeyse bütün Azerbaycan'ın Şiileşmesini sağladı. Çok geçmeden Nahçivan'da Akkoyunlu hükümdarı Elvend'i mağlup etti. Kendisinden sayıca üstün olan bu kuvvetleri alt etmesi, şöhretinin görülmemiş çapa ermesine yol açtı. Aynı yıl (1501) Tebriz'de tahta oturdu. 12 İmam adına hutbe okuttu ve böylece Safevi Devleti resmen kurulmuş oldu. Anadolu'dan İran'a doğru büyük bir Alevi göçü başladı. Hemen her vilayetten insan kalkıyor, "Şah'a gidelim!" diye haykırarak bu "kutsal kişi"nin yüzünü görmeye yürüyordu. İki yıl sonra Akkoyunlu Murad'ı da mağlup edip Batı İran, Fars ve Kirman'ı tamamen ele geçirdi. Akkoyunlu Türkmeni de ona katıldılar.
Şah İsmail zuhur ettiği sırada İran, büyük çoğunluğu ile Sünni idi. Ancak Şah İsmail'den sonra tedricen bütün İran Şiileştirildi. Zaman içinde Hıristiyan Ortodoksların yardımıyla birçok reform yapıldı. 19. yüzyıla gelindiğinde Nadir Şah, ulemayı toplayarak Caferiliği kurdu ve diğer mezhepleri yasakladı. Hasılı, İran'da Caferilik, Anadolu'da ise Alevilik olarak birbirinden ayrı gelişme seyri gösteren bu iki akımın da kökeni, Şah İsmail ve Safevilik'ti. O dönemde Şah İsmail'e karşı Anadolu'da öyle büyük bir alaka ve İran'a göç dalgası olmuştu ki, bu gelişmeler karşısında II. Bayezid bile sesini çıkaramamış ve ne yapacağını bilememişti.
Şah İsmail, kısa bir süre içinde Akkoyunlu devletini bütünüyle ortadan kaldırdı. Diyarbakır, Harput ve Bağdat'ı aldı. Doğuda Özbek şahını mağlup edip, Horasan'ı zaptetti. Özbek şahının kafatasından kadeh yaptırıp içki içti. Batı'da Zülkadirli Beyliği'ni parçaladı. Ceyhun'dan Fırat'a kadar büyük bir imparatorluğun sahibi haline geldi. Osmanlı hududu o dönemde Suşehri'nden geçiyordu. Divriği, Darende, Malatya ve Antep Memluklularındı. Bununla beraber Antalya'da "Şahkulu İsyanı" çıkmş, bastırılan 15 bin Türkmen İran'a göç etmişti. Şah'ın kullarından Nur Ali, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum'dan büyük bir kitleyi peşine takmış ve İran'a gitmişti. Tokat'ta Şah İsmail adına hutbe okunuyor, Amasya'daki Osmanlı şehzadesi bile 10 bin adamıyla Şah'a iltica ediyordu.
NETİCE
Neticeyi bir yerde Yavuz Sultan Selim tayin etti. Bütün bunlar olurken Trabzon'da şehzade olarak gelişmeleri izleyen Yavuz, 1512'de İstanbul üzerine yürüyerek acizlikle suçladığı babasını tahttan indirdi; ardından, Batı'daki fütuhatı frenleyerek büyük bir ordu ile Doğu seferine çıktı. Van'a kadar geldi. Çaldıran Ovası'nda Şah İsmail'in ordusuna ilk büyük bozgununu tattırdı. Ama Şah İsmail elinden kaçtı. Yavuz bir müddet kovaladı, İran'ın içlerine kadar girdi; ama Şah İsmail daha hızlı kaçtı. Gerçekten efsanevî bir kişiliği olan ve o güne kadar girdiği bütün savaşları kazanan Şah İsmail, bir tek Yavuz Sultan Selim'den korku duymuş ve bir tek onun karşısında tutunamamıştı.
Bundan sonra, İran'da Safeviler bir müddet daha hüküm sürdüyse de, çok geçmeden onların yerini kadim İran'ın motifleri aldı. Anadolu'da ise, Muhyiddin-i Arabî'ye bağlı büyük bir derviş olan İdris-i Bitlisi'nin olağanüstü gayretleriyle Kürtler hemen bütünüyle Safevilik'ten arınırken, Türkmenlerin yaşadığı ve daha önce Safevilerin izi kalmış yerlerde, yüzlerce yıl boyunca bu iz çıkmadı ve zaman içinde Bektaşi tarikatinin kisvesine büründü. Bir başka ifadeyle, baskılar karşısında, baskı görmeyeceği bir çözüm bulma ihtiyacı hisseden Alevi kesimler, resmi kabul ve itibar gören Bektaşiliğin çardağı altına sığındılar ve bundan sonra bu iki akım birleşerek tek bir isimle anıldı.