Öngörü mü, kehanet mi?..
1987 yılı Temmuz Ayı’nda, İran-Irak Savaşı’nın devam ettiği bir sırada, bir grup gazeteci ile birlikte Irak’a gitmiştik.
Seyahatimiz, en azından teorik olarak Saddam Hüseyin’in işbaşına gelişinin yıldönümü törenleri ile alakalı idi ve Irak’ta bulundu ğumuz yaklaşık 10 gün boyunca, Saddam Hüseyin’in Türkiye’den gelen bizlerle görüşmesini, bekleyip durduk.
Saddam Hüseyin, sonraki yıllarda da olduğu gibi, nerdeyse kimsenin bilmediği yerlerde kalıyor ve ne zaman nerede olacağı bilinmiyordu.
Beklenti ile geçen günlerde, Baas yönetiminin diğer önemli isimleri ile görüşüyor, bu arada, çeşitli geziler yapıyorduk.
Savaş henüz devam ettiği için, kısmi bir tedirginlik yaşıyor olsak da, galiba Irak halkının savaşa alışmışlığını benimsediğimiz için, pek aldırmıyorduk.
Bağdat, Küfe, Necef, Kerbela ve Basra’ya yaptığımız gezilerde; Iraklıların, konuşmaktan hoşlanmayan, daha doğrusu düpedüz korkan halleri, dikkatimizi çekiyordu.
Bağdat’ta tanıştığımız bir eczacı, çok iyi Türkçe bilmesine rağmen, bizim gazeteci olduğumuzu anladığı andan itibaren, adeta dilsiz kesilmeyi tercih etmişti.
Savaşta olan bir ülke olsa da, fakirliğin dizboyu olduğu gözden kaçmıyordu. Baas Partisi’nin ileri gelenleri, o zamana göre ultra-lüks sayılacak bir hayat yaşarken, geniş halk kesimleri yoksullukla boğuşuyor ve savaştıkları İran’dan çok; belli ki, kendilerini idare edenlerden korkuyorlardı.
Basra’ya doğru giderken, yakınından geçtiğimiz mevzilerde namaz kılan askerleri gördüğümüzde; aynı anda karşı mevzilerde bulunan İran askerlerinin de namaz kılmakta olduklarını düşünmüştüm.
Birbiriyle yıllardır savaşan ve çok sayıda insanın hayatına mal olan çatışmalara ara verdikleri zaman, aynı kıbleye dönerek namaz kılanlardan oluşan iki ordu...
Bütün bunları, ‘ey gidi günler’ efkarı içinde hatırlamış değilim. Sabah Gazetesi’nden Erdal Şafak’ın 5 Mayıs tarihli “Yüz Yıl Savaşları” başlıklı yazısı, daha doğrusu o yazıda yer alan bir değerlendirme, beni alıp o günlere götürdü.
Geçtiğimiz günlerde, işgal altındaki Irak’ta hakim karşısına çıkan, Saddam dönemi Başbakan Birinci Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tarık Aziz’in, 17 Ağustos 1982 tarihli Le Monde gazetesinde yayınlanan demecinde yer alan bir değerlendirme...
Erdal Şafak’ın ‘Aziz’in olağanüstü öngörüsü’ arabaşlığıyla aktardığına göre; Tarık Aziz, bölgeyi iyi tanıyan İskenderiye doğumlu Paul Balta ile yaptığı mülakatta şunları söylemiş:
“ABD, İsrail’in 20 yıl önce hazırladığı bir stratejinin peşine takıldı. Plan, Ortadoğu’nun etnisite ve mezhep temelinde bir sürü küçük devlete dönüştürülmesini amaçlıyor. İsrail’in bölgedeki üstünlüğünün ancak bu şekilde sürdürülebileceği hesaplanıyor.
Plana göre Irak üçe bölünecek. Kuzeyde Kürt, ortada Sünni-Arap, güneyde Şii-Arap devletleri. Lübnan ise Maruniler, Dürziler, Şiiler ve Sünniler olmak üzere 4-5 devlete parçalanacak. ürdün, Bedeviler ve Filistinliler diye ikiye ayrılacak. Suudi Arabistan, krallığın kurulduğu 1933 öncesinin aşiret düzenine döndürülüp birçok devletçik yaratılacak.
Bu planın yürüyebilmesi için, öncelikle en büyük engel görülen Irak’a saldırılması gerekiyor. çünkü bölgede hem su, hem de petrol kaynaklarına sahip olan tek ülke Irak.
çünkü, 1966’da Baas’ın iktidara gelmesiyle iddialı modernleşme politikaları uygulamaya koyulan ve etnik ayrılıkları aşarak ulus devlet inşasında ilerleyen tek ülke Irak.
Göreceksiniz; işe Irak’la başlayacaklar!”
Erdal Şafak haklı. Tarık Aziz’in öngörüleri hakikaten olağanüstü. çünkü 17 Ağustos 1982 tarihli Le Monde’a söylediklerinin çoğu gerçekleşmiş durumda...
Yerimiz bitti. Ama konuyu sürdürmemiz gerekecek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.