Egemen Elitlerin “Korkut-Yönet” Stratejisi
Kravatlı mürtecilerin her gün biraz daha çoğaldıkları bir ülkenin sakinleriyiz. 'İrtica'dan korkanlar ile 'Batı'dan korkanlar eskiden iki ayrı kesim iken, son yıllarda giderek birbirlerine yaklaşmış, hatta iç içe geçmiş Avrupa Birliği’ni kıble edinmede yardımlaşır ve yarışır hale gelmişlerdir. Hepsinin de bu süreçte mü’min insanların inandıkları gibi bir hayat yaşamalarından, Allah ve Rasûlü’nün belirlediği çerçevenin dışında Müslümanlıklarına çerçeve kabul etmemelerinden ötürü korkuları vardır. Korkutarak insanları yönetenlerin korkudan gayr-i servetleri olmaz. Ancak Müslüman bir insan; ne irticadan korkar ve ne de Batı’dan korkar. Aksine irticaya ve bir zulüm yumağı olan Batı’ya karşı kesintisiz mücadele eder. çünkü Müslüman, hem irticayı ve hem de Batı’yı temelden reddeder. İrtica da, Batı da kurum ve kuruluşlarıyla Müslümanın Tevhidî dünya görüşüne aykırı/ters şeylerdir.
Genelde İslâm coğrafyasında, özelde ülkemizde “Egemen Elitler”in varlığı bir gerçek. Kendilerini aydın zannedenlerin dillerinden düşürmedikleri “elit” kavramını, ilk defa İtalyan sosyoloğ Vilfredo Pareto “Genel Sosyolojinin Temelleri” isimli eserinde kullanmıştır. Aynı toplumda yaşayan insanları, siyasi açıdan tasnif ederken “Kitle” ve “Elit” kavramlarını kullandığı malumdur. Fiilen iktidarda olanları “Yöneten Elitler”, zenginliklerinden dolayı sözleri dinlenen, talepleri emir telakki edilen kimseleri ise “Yönetmeyen Elitler” şeklinde ifade etmiştir. Memleketimizde hem “Yöneten Elitler” ve hem de “Yönetmeyen Elitler” müştereken egemen durumdadırlar. Eski Merkez Bankası Başkanı Yaman Törüner imzalı yazıda çok güzel tasvir ediliyor Türkiye’deki mevcut durum: “Bütün dünyada ülkeler elit bir sınıf tarafından yönetilir. Bu sınıf, bürokratlar, medya sahipleri ve çalışanları, yargı organları üyeleri, üniversite mensupları, sanatkârlar ve bunları finanse edenler ile ülkenin zenginleri tarafından oluşturulur. Gelişmekte olan ülkelerde, bu sınıfa ‘silahlı kuvvetler’i de eklemek gerekir.” Yazının devamında siyasetçilere biçilen rol ise şöyle dile getiriliyor: “Siyaset adamları genel olarak yönetici sınıfın temsilcileridirler. Halka söylenmesi gerekeni söyler, ama denileni yaparlar. Bu yüzden, halk, haklı olarak, çoğu zaman siyasetçilerin söylediklerine inanmaz. Yine bu yüzden, siyasetçiler ‘iş yapacak’ değil, ‘denileni yapacak’ kişiler arasından seçilirler.” (Milliyet Gazetesi, 9 Temmuz 2007) Burada Yaman Törüner’in tarif ettiği “Elitist Demokrasi”dir. Türkiye’de halkın teveccühü ile seçilenlerin değil, merkezi elinde tutan seçkinlerin söz sahibi olduğu bir demokratik yönetim anlayışı mevcuttur. Siyasetçiye biçilen rol ise apartman kapıcılığından ötesi değil. Apartman sakinleri kendi aralarından bir yönetici seçerler, isteklerini yerine getirmesi, merdivenleri paspaslaması, çöpleri toplaması, bakkaldan gazete ve ekmek alması için bir kapıcı tutarlar. Yaman Törüner’e göre siyasetçiler ‘iş yapacak’ değil, ‘denileni yapacak’ kişilerdir sadece. Tıpkı kapıcılar gibi. Yaman Törüner, burada mevcut keyfî ve cebrî olan sistemin durumunu beyan diyor. Mevcut keyfî ve cebrî sistemi ve bu sistemi işleten egemen elitleri haber vermesi açısından haklıdır.
Yaşadıkları toplumda ve dünyada siyasi hadiseleri tahlil eden uzmanların ve yazarların geçmişin mirasını, yaşanan hayatın gerçeklerini ve istikbale ait ümitlerini ifade ettiklerini söylemek mümkündür. Son bir asır içerisinde Türkiye’nin siyasi, iktisadi, hukuki ve idari açıdan önemli değişimlere uğradığı malumdur. Devletin anayasası, kanunları, yazısı, hatta adı bile değişmiştir. Sadece kendilerini devletin sahibi zanneden sivil ve asker bürokratların; “hikmet-i hükümet” felsefesine dayanan dünya görüşlerinde ve insanları hakir gören tavırlarında herhangi bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Onların bu durumlarına bakınca şu ayet-i kerimeleri anlamak daha da kolaylaşıyor:
“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.
İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara Sûresi/204-205)
“Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak”, “ekini ve nesli helak etmek” için koşan ve iktidar olan kişi ve kimseler, toplumun sinmiş reflekslerinden istifade eden despotlardır. İslâm topraklarında haksızlığı esas almış ve hukuksuzluğu şiar edinerek keyfi ve cebri davrananların iktidar olmaları ve iktidarda kalmalarının sebebi, büyük ölçüde toplumumuza sinmiş reflekslerden kaynaklamaktadır. Ancak bu refleksleri hep zinde tutan, yeni infialler oluşturarak besleyenler var. Ve bu ikinci faktörü 'korkut ve yönet' stratejisinin ışığında anlamak mümkün. Biz Türkiyelilerin en iyi bildiği siyasi kavramlardan biri 'böl ve yönet stratejisi'dir. Bu ilke, ilkokuldan beri zihnimizin derinliklerine kazınmıştır. Dünyadaki büyük güçlerin, bizim gibi daha küçük ülkeleri bölerek yönetmek istediklerini, bu yöndeki stratejilerinin her daim geçerli olduğunu düşünürüz.
'Bölünerek yönetilmekten' endişe etmemizin en büyük sebebi ise, bunun bize esaret getireceğini düşünmemizdir. Dış güçler bizi esir etmek, yani hürriyetimizi yok edip bizi diledikleri gibi kullanmak için 'böl ve yönet' stratejisini uygulamaktadırlar. İslâm ümmetini böldüler ve uşak haline getirdiler. İslâm topraklarının ortasında katil İsrail, Filistinli Müslümanları şehid ederken diğer halkı Müslüman veya halkından Müslüman olan ülkeler seyirci durumundadırlar.
Küresel katillerin temsilcileri, vekilleri hükmünde olan sosyal ve siyasal güçleri, Müslüman halkın haksızlığa, hukuksuzluğa başkaldırı şuurunu yok etmek için sürekli kıldıkları tehlikeli ikinci strateji, 'korkut ve yönet' stratejisidir.
'Korkut ve yönet' stratejisi ders kitaplarımızda bize hiç öğretilmemiştir, ama aslında 20. yüzyıl boyunca dünya siyasi literatüründe ve edebiyatında en çok işlenen temalardan biridir. Friedrich A. Hayek'in "Esarete Giden Yol" (The Road to Serfdom) adlı eseri veya George Orwell'in "1984" adlı romanı gibi klasikler, hep "korkut ve yönet" stratejisinin nasıl uygulandığına dair örnekler sunarlar. Bu stratejinin en başarılı uygulamaları, Nazi Almanyası veya Stalin Rusyası gibi totaliter rejimlerdir. Tüm bu rejimlerde, insanlar sistematik biçimde korkutulmak suretiyle 'esir' edilmişlerdir. Onları esir edenler ise, ülkelerini 'bölüp yöneten' dış güçler değil, 'korkutup yöneten' iç güçlerdir. Altını çizerek diyoruz ki; İslâm topraklarında Müslümanlar için, 'korkutup yöneten' iç güçler, en azında 'bölüp yöneten' dış güçler kadar tehlikelidirler!
Türkiye'nin gerçekten ölüm-kalım savaşı verdiği yıllarda bile Mehmet Akif İstiklal Marşı'na "Korkma!" diyerek başlamıştı. 85 yıl sonra kalkıp da bize "Korkun" diyen keyfî ve cebrî olanlara itibar etmek, doğrudan doğruya uysal koyun mezhebine girmektir.. Adaletin mülkün temeli olduğuna inanan ve insan haklarına değer veren her mükellefin; egemen elitlerin diktatörlüğünü reddetmesi gerekir. Egemen Elitler diktatörlüğüyle mücadeleyi göze almayanlar, korku krallığına esir olanlardır. Esareti içlerine sindirmiş olanlardan hürriyet mücadelesi beklenmez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.