Güzel insanlar iyi atlara binip gittiler..
Geçtiğimiz hafta içinde Ahmet Haşim'i, Cahit Zarifoğlu'nu andık.. 13 Haziran'da Cemil Meriç'i anacağız.
Düşünce ve duygu dünyamızın üç beyaz güvercini.. Hep gökyüzünü, bulutları, kuşları getiriyorlar bize, ne güzel!
Tanpınar, nerede leylek görse “Ahmet Haşim” dermiş, neşeyle. Oysa Haşim “hüznün şairi” diye bilinir.
Hilmi Yavuz, ilk modern ve sahih şairimiz olduğunu söyler Haşim'in..
Kimi de “saf şiiri o temsil eder” der.
Haşim, şair tekkelerinden herhangi birine intisaplı değildir. İnadım inat bir müstakildir, yalnızdır, taşa tutulmuştur.
Ne aruzdan geçmiştir, ne de dilini sadeleştirmeye terk etmiştir.
Onu sadece tek bir yere yerleştirebiliriz, kendi durduğu yere..
Haşim'i taşa tutanlar “gerçek şiir”i aradıklarında karşılarına yine o çıkar, eyvah!
“Şairin dili anlaşılmak için değil duyulmak için” derdi..
Gelin “Bir günün sonunda arzuya” kulak verelim..
Duyalım sesini Haşim'in..
“Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!”
Duyduk değil mi?
Hani ölmüştü!
* * *
Cahit Zarifoğlu ismi anıldığında kirpiklerime serçeler gelir konarlar.
Bir parça hüzün elbette onda da parıldar.
Ama bir billur kase içindedir.
Haşim'in ay ışığıyla dolmuş kaseleri gibi..
Ne ki Haşim'deki çarpıtılmış hüzün Zarifoğlu'nda billurlaşarak zarif bir tebessüm olarak yansır. Kimi zaman bir serçe, kimi zaman bir çocuk yüzü olarak beliriverir.
Haydar Ergülen, ondan “Şiirimizin zarif çocuğu” diye söz eder. Kendi zarif olanın şiiri nasıl zarif olmasın ki!
Zarifoğlu “merhametin ve şefkatin şairi”dir.
O, insanların kalbine merhameti yerleştiren Rabbine şiirle ses veren bir güzel adamdır.
Evet, Zarifoğlu'nda bir yalnızlık da var, lakin çoğaltan bir yalnızlık, bu. öyle ya, “Görür görmez” şiirinde “ Tanıyınca bir hoş oldu yaşamak/ben ancak böyle çoğalırdım seninle” dememiş miydi?
O da “Sivil şiirin” çocuğudur..
İtikadıyla, zikriyle, fikriyle durduğu yerden hoşnuttur..
Onu unutturmaya çalışanlar unutulurken onun yaşamaya devam etmesi sabrının bereketidir.
Şu minnacık “Evet” şiirini pek severim..
“Evet hatırladım
Küçük basit şeyler
Yetiyor kederlenmeye
Ya mutluluğa?”
Cahit Zarifoğlu, hep içimize bir sıcaklık serper. Aynı zamanda sabah rüzgarı gibidir.. Ferahlatır da.
* * *
Ya Cemil Meriç?
O, pes etmeyen bir akıl, dur durak bilmeyen bir zeka, hiçbir istasyonda beklemeyen yolculuk imgesidir bende.
Hep ileriye gitti. Yalnızlığı, iki üç adım önde olmasındadır.
Bir de “Düşünen adam” denildiğinde Rodin değil de Cemil Meriç düşer aklıma.
Hüzün derseniz, o da vardır..
Yaşayışı, hüzünlü bir şiir gibi değil midir zaten? Cemil Meriç'in hüznü korkunç dalgalar arasında kıyıya ulaşmak isteyen yaralı bir kuşun kanat çırpışı gibidir. Kıyılar sonsuz uzaklıkta ve sonsuz olarak bölünebilir imgelemde.
Kıyı, hakikattir.
Hakikate ulaştığında kendisi de bir imgelem olarak karışır sonsuzluğa.
Picasso, “Sanat hakikat değildir. Sanat bize hakikati anlamayı öğreten yalandır” demiş ya.. Cemil Meriç için düşünceler, hakikate ulaşmaya götüren esinlemelerdir, neden olmasın!
Bir vakit sonra gözlerini kaybetmişti.. Hepimizden çok daha iyi görüyordu yine de.
Bakın:
“ Ve gece bir deniz kızı gibi başladı. Harikulade gözleri vardı gecenin. Ve saçları bir kucak alevdiler ve dudaklarında bütün yaraları kapayan, bütün zilletlerin hatırasını silen bir iksir.”
Hele bir cümlesi vardır ki, kulaklara küpe..
“Sevgi garip bir yangın, yaşaması için büyümesi gerek..”
Yangını büyütelim çocuklar..
Şehri ateşe verelim.
Haydi!
“Fransız halkı, mahkeme sizsiniz!”
Bir süredir politik biyografi filmlerini topluyorum, Mandela, İdi Amin, Troçki, Elizabeth, Patrice Lumumba, Gandi, Dalay Lama, Dreyfus, vs. Geçen Andrzej Wajda'nın “Danton” filmini izledim.. 1789 Fransız devriminin kahramanlarından Danton'u Gerard Depardieu oynuyor. Harika iş çıkarmış. Robespierre'yi canlandıran Wojciech Psizoniak da öyle. Robespierre'in jakobenleri kendileriyle ters düşen herkesi rejim düşmanı sayarak giyotine göndermektedir. “Terör dönemi” denen bu akıl almaz çılgınlığa son vermek isteyen Danton da “Devrim Mahkemesi”ne çıkarılır. Aslında ortada mahkeme falan yoktur.. Oynanan bir adalet parodisiydi, o kadar. Danton'un dediği gibi, formalite. Bu yüzden Danton, yargıçlara şöyle hitap eder: “Sizin soğuk bakışlarınızda gördüğüm şey, ölümüm. Bunun şimdiden yazıldığı, kaçınılmaz olduğu, siz bu salona girmeden önce karar verildiği.”
Danton sonucu bildiği halde savunma yaparak terör rejimini yalnızlaştırmak istedi. Oysa Paris'i ayağa kaldıracak güçteydi. Halkın gerçeği tam olarak anlaması için, kendisi gibi bir Devrim kahramanının başını giyotine uzatması gerektiğine inanıyordu. “Fransız halkı, mahkeme sizsiniz” diye seslenmesi bu yüzden. Danton ve arkadaşlarını giyotine gönderen yargıç giysilerine bürünmüş birer cellattırlar. Jakobenler Fransız ulusunun kendi kendini yönetemeyeceğini, dolayısıyla 9 kişilik Kamu Güvenliği Komitesi'nin “Devrimci diktatörlük” kurması gerektiğine inanıyorlardı, “Halka rağmen, halk için, halka karşı.”
Danton gözü dönmüş Komitecilerin huzur içinde yaşamak isteyen halka değil, spekülatörlere, “devrim elden gidiyor” tellallarına kulak verdiklerini belirterek şöyle der:
“İdeallerine susamışlık hiçbir sınır tanımıyor. Devrimin ilkeleri adına bizzat devrimin kendisini unutmuştur.”
Yargıç olduğunu hatırlayan Mahkeme başkanı, Robespierre'yle bir görüşme yapar..
“Ben bir yargıcım, senin celladın değilim “diyen yargıca Robespierre “Sana Cumhuriyetin düşmanlarını gönderiyorum. Görevin onları yargılamak değil ortadan kaldırmak” der.
Ve ekler..
“Dikkat et, sen de tutuklanırsın”
Jakoben partisinin terörü kendi başlarını da yedi. çünkü çılgınlık sürükleyicidir.
Danton'dan birkaç ay sonra Robespierre de giyotine gönderildi, mahkemeye bile gerek duyulmadan.
Filmin DVD'sini bulun ve izleyin. Size çoook tanıdık gelecek.