Devrimbazlar komedyası
“Yeni Türkiye”, “Yeni CHP” filan derken nihayet “Yeni İslamcılık” da telaffuz edilmeye başlandı.
“Din terakkiye manidir” lafının icat olunduğu yıllardan bu yana Türkiye’de ve dünyada gözümüze sokup durdukları pek çok şey evet değişti ama belli durumlarda en hızlı sonucu almak için sık sık başvurulan linç kültürü aynı kabalığıyla baki kaldı.
Bir tür “yenilikçilik” diktası bireylerin ve milletlerin tepesinde “değiş ulan!” yollu bir programı Batı destekli bir biçimde hep uyguladı.
“Ilımlı İslam” ile aynı düzlemde anılmayı istemeyen ama Arap Baharı sürecinde tam da onunla aynı hanede yakalanmış olanlar, şimdi kendilerini “Yeni İslamcılık” diye ayrı bir tanımlama içine sokmaya çalışıyorlar.
Üstelik bunlar “değişime direnenler” klişesi adı altında bu sürece karşı koyanların acilen imha edilmesi gerektiği konusunda eski muhaliflerini aratmayan bir hoyratlığı da pişman itirafçı şiddetinde sergilemekten geri durmuyorlar.
İslamcılığa muhatap kimselerce “Bahar’a erişilecek” vaadiyle bir adaptasyon programı uygulanıyor.
Bir zamanlar başkaları tarafından “değişimci”, “yenilikçi” sıfatlarıyla yapılan tasnif ve nitelendirmelerin şimdi bizatihi kimi İslamcıların kendi kendine yapıyor olması, gönüllü çözülmenin ekonomi politiğine dair analizlere muhtaçtır. Üstelik burada bir “atılım” ve “beyan”dan çok, harici güçlere yönelik “göreve hazırım” iştahlanması hemen göze çarpmaktadır.
Bazı arkadaşlar, henüz bizler ilk mektep çocuklarıyken 1983 yılında Çetin Alp’in Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsilen seslendirdiği “Opera” şarkısına ne kadar çok benziyor.
O dönem Türkiye’nin “sıra dışı kadını” sayılan Aysel Gürel’in yazdığı, müziğini Buğra Uğur’un yaptığı Opera adlı şarkıda Çetin Alp “Operaaa!!!” diye bağırdıkça Avrupalı jürinin “Aman Tanrım! Türkler opera yapıyor” diyerek ayağa fırlayacağı zehabına kapılmışlardı.
Böyle bir duygu içinde olmayan sadece Türk milletiydi. Nereden mi biliyorum? Tabii ki babaannemden. Ama birileri, hafifliğin bu derecesini hayatta sevmeyeceği ayan beyan olan milletin kafasından hiç olmazsa “Avrupa görmüş bizimkilerin belki vardır bir bildiği” düşüncesinin geçmesini istiyorlardı.
Şimdi de birileri, bilhassa muhafazakar camiada hastalık derecesinde olan “büyüklerimizin vardır bir bildiği” avansıyla Ortadoğu’da har vurup harman savuruyor. Ne 2006 yılındaki İsrail-Lübnan savaşının galibi Hizbullah’ın, ne vaat edilen rüşvetlere rağmen ana karargâhını Şam’dan çıkarmayarak İslam dünyasına anlamlı mesajlar veren Hamas’ın uyarıları, ne de emperyalizmin 100 yıl önce yarım kalmış planları gereği şimdi bir bir ele geçirilen İslam beldeleri gerçeği, bu siyasi müsrifliğin kendini sorgulamasına yetmiyor.
“Devrim” diye bağırdıkça devrim yapacağını zannedenler, “Opera” diye bağırdıkça opera yaptığını zannedenlerle aynı aşağılık kompleksinin paydaşı görgüsüzlerden olduklarını unutmamalılar.
1789’dan sonra kralını öldürmeyi başaran her topluluğun bir “Fransız İhtilali” yapmış sayılacağını varsaymakla eş bir budalalığı, bugün Arap Sokağı denilen mıntıkalarda geçer akçe haline getirenlerin o çokbilmiş cehaletleri bir salgın gibi yayılıyor.
Kralı öldürmekle (veya padişahı kovmakla) medeniyetin son halkası demek olan “devrimi” gerçekleştirmiş bir millet olunacağı tezi, sadece bugün işlenen bir şey de değil üstelik. Doğulu milletlere (ve daha da çok önderlerine) bu türden sahte özgüven aşılarının geçmişte daha âlâsı yapıldı.
Üstelik o aşısı kâmil manada tutmuş olanlar da bu ‘Bahar’ günlerinde “Yeni İslamcılar” gibi ve onlarla dayanışarak kendi itiraflarıyla mutlu bir meşguliyet içindeler. Daha düne kadar “Atatürk inkılapları, muasır medeniyet” çığırtkanlığı ile “ilericilik” masallarından rol kapma yarışına girenlerin bugünlerde “Kemalizm terakkiye manidir” furyasında baş göstermek için zıpladıklarını izlerken, bu kişiler nezdinde böyle bir “dönüşüme” kuvvet sağlayan motivasyonun da yine Batı’dan sadır olduğunu, kişisel ikballeri için gerekli günlük siyasi rüzgarları algılamaya ayarlı o küçücük beyinleriyle bu tarz kurnazlıkları pek de maharetli bir biçimde kotardıklarını hayretle izliyoruz.
***
Bütün bunlar meselenin ahlaki tarafları. Bir de meselenin mantık ve tutarlılık tarafı var ki orası tam bir komediye dönüşmüş durumda.
Mesela “devrim yapma” kararlılığındaki bir topluluğun bunu başarma mecali yoksa, emperyalist kişi ve kurumların devreye girmesi, işbu “yeni İslamcılık” zaviyesinden mübah sayılır oldu.
Bunlara göre söz konusu eyleme; işgale yataklık, vatana ihanet, emperyalizm işbirlikçiliği vs. denemez, üstelik bu türden nitelendirmeler (kendi tabirleriyle) “Leninizmin etkisi altındaki ‘eski İslamcılık’ ürünü” şeylerdir.
BM Güvelik Konseyi'nden Suriyeli muhaliflere destek ve Esad yönetimine yaptırım kararı çıkmadığı için bu çevreler tarafından “Batı’nın çifte standartlı olduğu” eleştirisi bile yapıldı.
Öyle ya Fransız devrimi, Sovyet devrimi, Çin devrimi, Küba, Şili, İran vs. bütün gerçek devrimler için uluslararası konseylerden böyle kararlar çıkmıştı ya!
Bunlara göre ‘devrim’ için emperyalist kurumlardan onay gerekir.
Çünkü bunlar Hitler'in Birahane Baskını tarzı hareketlilikleri bile yeşile boyanmış Paris Komünü sanacak kadar budaladır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.