Bir teğmen, general elbisesi giyerse
Edebiyat Ortamı Dergisi'nin Kasım-Aralık sayısında yer alan söyleşide Prof. Orhan Okay, Turan Karataş'ın sorularını cevapladı.
"Edebiyatta edep" konusu üzerine gayet önemli açıklamalarda bulunuyor Orhan Hoca.
Bir iki cümle ile bahsedip geçmek şık durmayacak.
Bir soru ve cevabı sütunu dolduracak ama olsun.
* * *
Turan Karataş'ın sorusu şu şekilde:
"Son yıllarda yanlış gözlemlemediysem, edebiyatçıların bilhassa genç şairlerin tavır ve davranışlarında bir sakınımsızlık, bin çeşit inciticilik, hadi daha açık söyleyelim bir hoyratlık, pervasızlık görülüyor. Tabir yerindeyse bu 'arızalı' kişilik tezahürlerini, 'şair/sanatkâr vehmi' gibi bir hâle bağlayabilir miyiz? Yani, hadiselerde, eşyada, yaratılışta, gerçek/tabii nedenlerin dışında bir sebep gören yahut arayan sanatkâr mizaç, davranışlarını da başkalaştırmak durumunda mı kalıyor? O zaman, 'sorunlu şair tipi', bir yetenek eksikliğinin tecessümü olabilir mi?"
* * *
Bence bu yalnızca son yılların sorunu değil ama bakın Orhan Hoca nasıl cevap veriyor:
Buna benim vereceğim cevap da sorunuzun içinde. Kullandığınız sıfatların hepsi günümüzün bazı şairlerine, şair geçinenlerine, kendisini şair zannedenlere öyle uygun ki. Söylenebilecek en hafif söz belki bu gençlerin sabırdan mahrum olmalarıdır. Bütün sanatlar gibi şiir de çileli bir yoldur. Bakın Tanpınar bile kendi şiiriyle bir şeyler yapabildiğine inandığını, fakat kimsenin farkına varmadığını söylüyor ama alenen şikâyet etmiyor, sadece kendi içinden –günlüğüyle- dertleşiyor. Benim bildiğim, şairliğine mağrur ve bu hususta münakaşa ettirmeyen bir Necip Fazıl vardı. Onun da daha kaç yaşında reklâmsız ve haklı bir şöhrete eriştiğini biliyorsunuz. Yani Nasrettin Hoca gibi 'haspaya yakışıyordu' demek istiyorum. Gördüğüm ve tanıdığım kadarıyla her sanatkâr gibi şairler ve yazarlar da yaptılarına inanır ve gurur duyarlar. Bu bir dereceye kadar tabii görülmelidir. Bazıları bunu içlerinden düşünür, bazıları aşırı şekilde dışarıya vurur, işte o zaman tahammül-fersâ olur.
Ben romancıyım, ben hikâyeciyim, tiyatro yazarıyım denilmiştir de, ben şairim, ben sanatkârım diyenlere eskiden rastlanmazdı. Çünkü romancılık, hikâyecilik meslek olur da şairlik, hele sanatkârlık meslek değil, bir değerdir. Değer yargılarını ise biz kendi kendimize söylememeliyiz. Bırakalım takdir edenler söylesin. Burada Akif'in teşhisi isabetlidir:
'Hepimiz kendimizin bağrı yanık âşıkıyız / Yalnız ilânı çekilmez bu acayip aşkın'.
Şimdi, şurada burada, bazı dergilerde bu gibi nev-zuhur şairlerin kapıştıklarını görüyorum. Ne tenkit edende ne de cevap verende şiirin ağırbaşlılığı var. Ortada sadece çirkin bir çekişme kalıyor. Bu gibilerin okuyucuya saygıları da yok. Bu yazdıklarınız kaç kişiyi ilgilendiriyor diyeceğim. Tıpkı magazin basınının dedikoduları gibi. Ortada ya etik yahut da psikiyatrik bir problem var. Başka türlü izah edemiyorum. Nasıl oluyor bu? Galiba birkaçı bir yerde toplanıp birbirlerini pohpohluyor, sonra başka birkaçı aralarından biri 'Cevap versene!' diye dürtüklüyor. Bunlar için yine Necip Fazıl'ın tam buraya uygun düşecek bir nüktesi var: 'Bir çocuk general elbisesi giyip ortalıkta dolaşırsa hoşa gider, ama bunu bir teğmen yaparsa deli derler'.
PARA KAÇIRMA
Beşar Esad 40 milyar dolar civarındaki parasını Kıbrıs Rum kesimindeki bankalara aktarmış.
Sık görülen bir durumdur bu. Bütün diktatörler, yurt dışındaki bankalara yatırırlar 'kefen parası' olarak gördükleri miktarı.
"Dünya hali... Ne olur ne olmaz; günün birinde başım derde girer, ülkeyi bırakıp kaçmak zorunda kalırsam..."
Ne rezil bir vaziyet! Düşüncesi bile çirkin.
Rum bankalarına para aktarma tarihi de çok dikkat çekici... Bu yılın başında yapılmış işlem.
Düşünün Beşar Esad'ın ne kadar ileri görüşlü olduğunu!
Bugünleri bir yıl önceden görmüş!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.