Büyük resimde Uludere faciası

Büyük resimde Uludere faciası

2012’nin ilk gününe bereketli bir kar yağışıyla girdik Ankara’da. Sokaklarda çocukların neşesi görülmeye değerdi doğrusu. Umarım her günümüz böyle bereketli ve coşkulu geçer.

Hakkari-Uludere’de yaşanan faciayla kapattık 2011’i. Bu kadar can yakıcı ve yürek dağlayan bir hadisenin ardından, soğukkanlı davranabilmek elbette kolay değil. Ancak yangına körükle gitme misali, 35 kişinin canı üzerinden ortalığı birbirine katmak, daha olayın üzerindeki sis perdesi aralanmadan birilerini hedef tahtasına oturtmak, herhalde akla ve izana sığmaz.

Bu yaklaşım, tuhaf bir şekilde son dönemde alışkanlık haline geldi. Herhangi bir gelişme üzerinden, birdenbire bakanların, kritik kurumların başındaki isimlerin, hatta Başbakanın hedef olduğu bir girdabın içine giriyoruz.

Kuşkusuz ortada büyük bir facia var ve bununla ilgili hataların, eksiklerin, yanlışların ve ihmallerin hesabı en kısa sürede verilmeli. Bu faciayla ilgili hukuki süreç özel bir çalışmayla hızlandırılmalı; aksi takdirde uzun zamandır terörle mücadele alanında inşa edilen güven, ciddi bir darbe almış olacak.

İpin ucunu kaçırmak

Bu tartışmalarda ipin ucunu kaçırmak ya da başka hesaplaşmaları işin içine dahil etmek son derece talihsiz bir yaklaşım.

BDP’nin kıyamet koparmasında ve yaşanan faciayı alışageldiğimiz istismar zincirine dahil etmesinde şaşırılacak bir şey yok. Ancak Türkiye’nin son yıllarında yaşadığı değişim sürecine katkı sağlayanların, daha sakin ve yapıcı bir yerde durmaları gerekmiyor mu?

Terör büyük bir bela. Daha büyük bir başlık olarak Kürt meselesi Türkiye gündemindeki yakıcı yerini koruyor. Ama Kürtleri parantezine alan her konunun, aynı zamanda bölgesel ve küresel ölçekte bir karşılığı olduğunu nedense sıkça unutuyoruz.

Dünyadaki en büyük Kürt nüfusunu barındıran ülke olarak, aynı zamanda sınırının hemen ötesini de hesaba katarsak, tüm Kürtlerin neredeyse dörtte üçüyle sıcak temas halinde Türkiye.

Bunun ne anlama geldiği üzerinde yeterince durduğumuz söylenemez. Uludere faciasında yaşandığı üzere, Türkiye’yi tökezleten, hatta dünya kamuoyundaki itibarını zedeleyen gelişmeleri değerlendirirken, bu tabloyu daha iyi okumak zorundayız.

Sorumlu sadece Türkiye mi?

Güvenlik ve istihbarat zaafı yaşanabilir mi? Hoş görülmemek ve hesabı sorulmak kaydıyla elbette yaşanabilir. Ancak bu tür olayları sadece Türkiye’nin iç dengeleri üzerinden okumak, ardından filan bakan gitsin, MİT Müsteşarı koltuğunda oturmasın gibi saçma sapan tezler geliştirmek, en hafif ifadeyle aymazlık.

Türkiye’nin nereye gittiğini doğru okuyorsak, devleti, devlet aklını oluşturan kurumları ve iktidarı, sanki 20 yıl önceki pozisyonlarındaymış gibi görmek haksızlık. Kuşkusuz bürokrasinin esir alıcı ve iktidarı kuşatan karakterini her zaman dikkate almalıyız. Hele sözkonusu olan Türkiye ise buna daha çok dikkat etmekte yarar var.

Ama bunlar üzerinden hemen iktidarı mahkum etmek, bugüne kadar atılan adımları yok saymak, hemen geçmişle özdeşlik kurmak fazlaca zorlama bir yaklaşım olur.

Suriye-Irak-İran hattında ortaya çıkan gelişmelerin, Türkiye’yi ne kadar zorladığını, özellikle son birkaç ayda gördük. Öte yandan İsrail faktörünü de hesaba katarsak, Ankara’yı köşeye sıkıştırma konusundaki heveskarların listesini hayli kabarık hale getirebiliriz.

Tüm bunların ortasında, Uludere’de yaşananları ve ardından ortaya çıkan tepkileri bir kez daha gözden geçirmekte yarar var.

Not: Türkiye Yazarlar Birliği, basın fikir dalında 2011 yılında lütfedip bizi ödüle layık görmüş. Benim için büyük bir onur, emeği geçen, zahmet edip bunca eziyete katlanan herkese gönül dolusu teşekkürler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi