Mahrem talepler
Mahrem nedir? Daha doğrusu modern devlet karşısında mahrem diye bir şey var mıdır? Hele bu, geleneksel olarak devleti kutsayan bir toplumun ulus devleti ise; bu otoritenin karşısında bireyin 'kutsalın denetimi dışında' kalabilecek mahrem alanı olabilir mi?
Bu soruları gündeme getiren gelişme basına sızan, kişinin özel hayatına dair bilgileri kullanmak için Meclis'ten yetki isteyen, kanunun bu yönde düzenlenmesini talep eden bir kurumun yazısı… “Kişilerin ırk, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep veya diğer inançları, dernek, vakıf ve sendika üyeliği, sağlık ve özel yaşamları ile her türlü mahkumiyetlerine ilişkin kişisel verilerin işlenemeyeceğine” dair ilkenin bir şekilde delinmesi isteniyor.
Tuhaf olan şu; bireyin özgürlük alanının, mahrem olanın denetlenmesi yetkisinin vatandaşların temsil edildiği, onlar adına karar alma yetkisini verdiği Meclis'ten isteniyor oluşu. Bir ihtilal ortamından bahsetmiyoruz.. Bu tedbirlere bakarak “yeni bir postmodern darbe hazırlığı mı yapılıyor” sorusu burada artık abes kaçıyor. Modern devletin doğasında olan bir otorite kullanımı ile yani mahrem ve özel olana müdahalenin açık biçimde talep edilmesi ve bunun yasallaşmasıyla karşı karşıyayız.
Gizli-açık yollardan hayatımız zaten kontrol altına alınmış durumda. çok gizli denetim mekanizmalarını bir kenara bırakalım; güvenlik gerekçesiyle yerleştirilen kamera sistemi artık hayatın parçası haline geldi. Şehrin büyük meydanlarından alışveriş merkezlerine kadar her alanda “biri bizi gözetliyor”. Her an devletin gözünün üzerinde olduğunu hissetmek… Bir tür siyasal otoritenin tanrılaştırıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Otorite kendi denetim mekanizmalarını hayatın en ücra noktalarına kadar etkinleştiriyor. Başörtüsüne müdahale eden otorite ile hayatınızı kameralı kayıt altına alan, kişisel bilgilerinizi denetleyen, gerekirse her türlü haberleşmelerinizi dinleyen, kaydeden aynı mekanizma… Ve siz bunu, adım adım izlendiğinizi bilerek uysal, uyumlu vatandaşlar olmak için hayatınıza yapılan müdahaleyi içselleştiriyorsunuz.
Tüm bunlar zorla yapılmıyor. İçselleştirmekle de kalmıyor gönüllü olarak onaylıyor, bunun gerekliliğine inandırılıyorsunuz.
Yani söz gelimi kameraların sizin can güvenliğiniz için gerekli olduğuna ikna ediliyorsunuz. İhtilal ortamında meydanlarda, sokaklarda tankların, silahlı askerlerin sizin güvenliğiniz için dolaştığını, kanun nizamını korumak için kaçınılmaz sayılaması gibi. Artık bu tür nizam sağlama yöntemleri çok kaba kaçıyor, hiç de estetik değil. Demokratik, özgür bir toplumda sokakta elinde silah devriye gezen asker imajı hiç de hoş değil ne de olsa…
Ama görünmeyen kameralarla, daha teknolojik aygıtlarla nefes alışınızın bile kaydediliyor; denetleniyor, izleniyor olması hiç de yadırganmıyor. Tüm bunların bizim gibi kötü niyetli insanlar için örgütlenmediğini, can ve malımıza göz diken, otoritesi altında mutlu bir şekilde yaşadığımız kanun nizamını yıkmak isteyenlere, bölücü ve yıkıcılara karşı, müesses nizamın bekası için yapıldığına ikna edilmiş durumdayız.
Tanrı'nın varlığını özgürlük adına reddedenler ya da onun her an varlığını hissetmek istemeyenlerin teknolojik tanrıları meşrulaştırmaları ne tuhaf.
Tüm bunlar George Orwell'in 1984'te dile getirdiği “Big Brother” sınırını çoktan aştı. 'Tersten ütopya' türünün klasik metnini kaleme alan Yevgen Zamyatin, Orwell'den çok önce çarpıcı biçimde dile getirdi. 'Biz' romanında Zamyatin, insanların güvenlik, mutluluk, verim için özgürlüklerinden nasıl taviz verebileceklerini yazarken bugünkü özgür toplumların durumunu hayal edebilmiş miydi acaba?
Hatta Biz romanını bugün okurken bile kendi hayat gerçeğimizle ilişkilendirebiliyor muyuz? Tersten ütopyada işlenen insanı insan yapan temel özgürlüklerin gasbının farkında mıyız? Yoksa tüm bunları siyasal çekişmenin bir parçası olarak görüp geçiştiriyor, özgürlük meselesi olarak görmüyor muyuz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.