28 şubatçıların vicdanı rahat mı?
Onu bir belediye başkanının satınalma müdürünün odasında tanıdım. Hangi tarihte mi? Tabii zulmün doruk noktasına çıktığı 28 Şubat’ın tam ortasında. Tanklar Sincan’da yürüyor, medya ve yüksek yargı hazırolda kendilerine verilen haberleri birinci grup halkı yanıltmak için, ikinci grup ise hukuku nasıl emir-komuta zinciri içinde iğfal ederiz çabasında. Genelkurmay’ın özel takibinde olan ben, Üsküdar FM’de sabahları gazete okuyor, yorumluyor ve bu zulmü ölümüne halka deşifre ediyorum. Beni dinleyen büyüklerim her sabah program bitiminde arayıp “oğlum, bugün de seni götürmediler, değil mi? Sana devamlı dua ediyoruz” diyorlar. Ve ben inanıyorum ki o zor günlerde o dualar beni bir kalkan gibi korudu.
Her mahallenin bir velisi, bir delisi olurmuş. Ben o günlerde mahallenin delisi idim. Hasan Celal Güzel ağabeyimiz de mahallenin velisi idi ve korkusuzca zalimin zulmünü cümle-cihana haykırıyordu. Nazlı Ilıcak, mahallenin bir başka delisi idi. Pek çok erkeğin, erkekliğinin sadece adında kaldığı günlerde zulmü en gür sada ile haykırıyor ve Meclis’te partisi tarafından bile yalnızlığa terk edilen Merve Kavakçı’ya insanca bir destek veriyordu. İşte o çekirge sürülerinin bağımızı-bahçemizi istila ettiği günlerde bir başka deliyi tanıma şerefine nail olmuştum. Bir belediyeye teknik malzeme satıyordu. Anlattığı olayı hatırladıkça hâlâ irkilirim, yüreğim kanar! Bu arkadaşlarımızın bir oto servisi ve yedek parça dükkanı var. İşi icabı sık sık ordu ve polise de hizmet vermekte idi. Bütün elemanlar tembihlidir, “Askere ve polise ayrıcalık yapacaksınız, bazı hizmetlerden para almayacaksınız, yedek parçalarda da fiyatta indirim yapacaksınız!”
Bu talimat 28 Şubat’ta tedavülden kalkar. Artık asker de, polis de normal müşteridir. Asla indirim yapılmayacak, hizmette de öncelikleri olmayacaktır. Yine bir gün askeri bir cip girer servisten içeri. Gelen subayın elinde bir çelik tabaka vardır ve aynısından istemektedir. Subaya kışladan 200 TL verilmiştir, oysa elemanlar 300 TL isterler. O güne kadar hep kolaylık gören o subay, fiyatta ısrarcı olununca patronla görüşmek ister. Elemanlar ikinci katı işaret ederler. Devamını o vatan evladından naklediyorum, eminim sizin de yüreğiniz kanayacak!
“O subay ofisimin kapısından girdi ve çelik parçasını göstererek ‘Arkadaşlar 300 TL istiyor, bana 200 TL verdi komutanım. Bu defalık böyle olsun’. Hayır dedim öfkeyle. Fiyatı budur, Genelkurmay Başkanı da gelse değişmez! şaşırdı. ‘Komutanı mı arayabilir miyim?’ dedi. Evet cevabını alınca telefonun başına oturdu ve komutanını aradı. ‘Sizinle görüşmek istiyor’ sözü üzerine telefona uzandım. Komutan ‘Bu defalık böyle olsun’ diyordu. Ona da cevabım netti, hayır, fiyatı 300 TL ve veresiyemiz de yok, parasını verin alın. Genelkurmay Başkanı da gelse uygulamamız değişmez. Sonra subayını istedi ve geri dönmesi talimatı verdi. O subay kalktı, şaşkın bir halde idi. İki adım attı, kapıya yönelmişti. Öfkeyle sordum; neden böyle yaptığımızı anladın mı? ‘Hayır’ dedi. Sizin artık bizim için Rus ordusundan farkınız yok, siz bizim inançlarımıza savaş açtınız, onun için böyle davranıyoruz. Adeta zıpkın yemiş gibi en yakın koltuğa çöküverdi. Yıkılmıştı adeta. ‘Şimdi anladım neden böyle davrandığınızı.’ Evet, dedim eğer siz bizim ordumuz olsanız, o çelik parçasının lafı mı olur, dükkanımızı alın götürün, her şey size feda olsun. Ama artık siz bizim ordumuz değilsiniz! Hüzünlü bir sesle ‘Biz de bu yapılanlardan rahatsızız. Ama elimizden bir şey gelmiyor’ deyiverdi. ‘Şu konuştuğum komutanım var ya, odasında namazını gizli gizli kılıyor, bilseler onu anında atarlar. Sadece ben biliyorum namaz kıldığını.’ O çelik parçasını subaya uzattım ve bu çeliki götür, para istemiyorum. Ama onu Türk ordusunun bir subayına değil, o namaz kılan subaya veriyorum. Sendeleyerek kalktı ve o çeliği de almadan adeta kaybolup gitti.”
Gerçekten o günlerde korku duvarı aşılmıştı. Ölümden öte yol yoktu. Ya onurlu yaşamayı, ya da ölümü seçecektik. O servis sahibini hâlâ hayırla anarım. Bugün Hakk’ın ve adaletin keskin kılıcı 28 Şubatçı paşaların üzerinde. Onlar kendilerine balans ayarı yapılacak günleri korkuyla bekliyor. İnançlarımıza adeta savaş açıldığı o günlerde pek çok babanın evladına, “Bir savaş olursa önce komutanını vuracaksın” diye vasiyet ettiklerini hâlâ hatırlarım. Bu virüsü Türk ordusuna sokan o paşalar, koskoca bir çınarı bir küçük kurdun yiyip bitirdiğini nasıl anlayacaklar? İlla acı bir tecrübe yaşayarak mı? Bu ordunun görevi bu halkı savunmak olduğuna göre ve ana hammaddesi de bizim evlatlarımız olduğuna göre, Genelkurmay bu yaraya merhem sürmelidir. Geçmiş darbeler ve yapılan din düşmanlıkları için acilen özür dilenmeli ve bu ordu halkıyla yeniden barışmalıdır. Bu ülkede evlatlar ellerine kına yakılıp “vatan için feda olsun” diyerek kurbanlık bir koç gibi askere gönderiliyorsa Genelkurmay, orduyu ayakta tutan ruhun bu olduğunu karar defterine kalın harflerle yazmalıdır.
Unutulmamalıdır ki; orası bizim zihnimizde hâlâ Peygamber Ocağıdır ve askerimizin adı da Peygamberin adına izafeten “Mehmetçik”tir.
Şimdi değişim ve barış zamanı, bu olumlu adımı Genelkurmay’dan bekliyoruz.