Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi
2010 yılının Aralık Ankara'da 1. Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS 2010) için toplandığımızda sadece bir ay sonra Arap dünyasında bir devrimler dizisinin arka arkaya geleceğini hiç kimse tahmin edemiyordu. Mısır, Tunus ve Libya'dan katılımcıların hepsi kendi ülkelerindeki demokrasi açığını fazlasıyla vurguluyorlardı. Hepsinde açık bir arayışın izleri görünüyordu.
Yönetimlerin devredilebilirliği, hesap verebilirliği, hukukun üstünlüğü, demokrasinin önemi, yönetimde ve toplumsal ilişkilerde yozlaşmanın tehlikeli boyutları üzerine bir dizi tebliğ dinledik o zaman. Bütün bu tebliğler aslında her biri kendi ülkelerinde bir değişimi özlerken aynı zamanda bu değişimi, bu arayışı haber de veriyordu.
Belki bundan dolayı o zaman her yıl toplamayı düşündüğümüz Kongrenin ikincisini Kahire'de "Orta Doğu'daki değişimin yeni ve hükümet dışı aktörleri" olarak belirlerken, tam da bu yeni aktörlerin sadece bir hafta sonra büyük bir dönüşümü başlatacağını kimse hesaplayamıyordu. Ancak bir değişim talebi, arzusu, iştiyakı kendini o zaman bile hissettiriyordu.
ATCOSS düşüncesi belki bu açıdan toplandığı ilk seferden itibaren işlevini yerine getirmeye başlamış oldu. Değişimin izlenebileceği, adının konulabileceği ve belki de yönünün tahmin edilebileceği tabloyu görünür hale getirdi. Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir Atalay'ın açılış konuşmasında ifade ettiği gibi "tarihe bu kadar yakından, hatta içerden tanıklık etmek her sosyal bilimciye veya her sosyal bilim kongresine nasip olmaz."
Yine açılış konuşmasında Kahire Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim üyesi Prof. Seyfettin Abdülfettah tarihe tanıklık eden bu sosyal bilimcilere özel bir sorumluluk da düştüğünü ifade etti. Geçiş dönemi sosyal bilimcilerin ele aldıkları konularda kendi toplumlarına karşı mutlaka incelemeyi seçecekleri konulardan başlayarak özel bir sorumlulukları var. Tanıklık etmek sorumluluğu da beraberinde getirir çünkü.
Birinci Kongrede, İslam dünyasının şimdiye kadar sosyal bilimin sadece nesnesi olduğunun altı çizildi. Hakkında bilim yapılan, hakkında yapılan bilim üzerinden tanımlanan ve tanımlandığı ölçüde de üzerinde söylemsel de olsa bir iktidar kurulabilen bir dünya oldu İslam dünyası. Sosyal bilimlerde ve giderek bütün literatürde adına "Orta Doğu" dendi. Bu isim bizzat Müslüman toplumlar tarafından da benimsendi. Oysa kimin doğusuydu, kimin orta doğusuydu Müslüman coğrafya? Bunu Müslüman sosyal bilimciler yetiştikçe sorma imkânı bulunabildi. Aynı toplumlara "gelişmekte olan ülkeler", "geri kalmış ülkeler", "tarihsiz toplumlar", "tarihe geç kalmış toplumlar", "sivil toplumu olmayan, devrimler yaşayamayan, kaderci ve kaderine razı toplumlar" da denildi.
Bütün bu tanımlar ve tasvirler bir yandan İslam toplumlarını, Türk toplumunu, Arap toplumlarını basitçe tasvir etmiyordu, inşa da ediyordu, tanımlarken kurguluyordu. Yani olanı olduğu gibi resmetmiyordu biraz da olmasını istediği şeyi ifade ediyordu.
Aslında biraz da bu halleriyle, yani kaderci ve kaderine razı halleriyle, tarihsiz ve geri kalmışlığıyla daha sempatik geliyordu, çünkü hem yönetilmeye daha uygun oluyorlardı, hem de bu halleriyle biraz "exotic" görünüyorlardı. Ancak Müslüman toplumlar itirazlarını yükseltip daha onurlu, daha bağımsız hareket etme iradesi gösterdikçe sevimsizleşmeye başladılar.
Tam da bu noktadan itibaren, İslam ile şiddet arasındaki tuhaf ilişkiler yeni sosyal bilim araştırmalarının konusu olmaya başladı. Bir kez daha İslam tanımlanmaya, Müslümanlar bir kalıba sığdırılmaya çalışılmaya başlandı. İslam toplumları üzerine şimdi yapılmakta olan yığınla çalışma çok iyi niyetle yapılıyor da olsa gelip İslam ve şiddet arasındaki ilişki üzerinde veya İslam ve demokrasi, İslam ve insan hakları arasındaki ilişkiler üzerinde duruyor. Gerçi bir bakıma İslam dünyasının epey zamandır bir şiddet sarmalına yakalanmış olduğu doğru, ama bu sarmalın nereden kaynaklandığı da doğrusu bir sır değil.
Kolonyalizmin İslam dünyasındaki varlığı son ikiyüzyıldır hiç eksik olmadı. Kolonyalizmin başlangıç zamanlarında İslam toplumları hakkında üretilen bilginin nasıl bir oryantalist literatür oluşturduğunu artık hepimiz daha iyi biliyoruz. Postkolonyal dönemde ise İslam toplumlarının kendi bilgi paradigmalarını geliştirmekte yeterince atak davranmış olduğunu söylemek mümkün değil.
Bu boşlukta batılı bilim dünyasının doğu ve İslam hakkındaki bilgi üretimi devam etmiştir, çünkü bu topraklardaki güç hegemonyaları hiç yok olmadı. Yine "bilgi" ve "iktidar" arasındaki denklem işlemeye devam etti ve Edward Said'in ünlü deyişiyle "Ortadoğunun ortadoğululaşma" süreci hız kesmeden devam etti. Bugün Ortadoğunun kendisi hakkındaki bilgiyi üretme konusundaki gereklilik daha acil bir hale gelmiştir.
Sonuçları akademik dünyadan nispeten daha hızlı alınan medya dünyasındaki değişimin bugün Ortadoğu toplumlarında nasıl bir bilinç dönüşümüne ve toplumsal değişime yol açıyor olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz. Bir bakıma Ortadoğu'daki dönüşümün belirgin aktörleri arasında özel bir yeri olan bu dünyaya bakmaya yarın devam edelim.