Şahsi kanaatle amel etme alışkanlığı
Şahsi kanaatle amel etme alışkanlığı, başlı başına bir hastalıktır. Günümüzde yaygın olan bu hastalık, ideolojilerin getirdiği ve dayattığı bir durumdur. Kendilerini beşeri ideolojilere kaptıranlar veya ideolojilerin kültür ambargosunun altında kalanlar, edille-i şeriyye (Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha) ile amel etmek yerine, kendi şahsi kanaatleriyle veya başkalarının şahsi kanaatleriyle amel ederler. Tabiî ki, bu bir felakettir. Kulluk kitabımız Kur’an, bu felakete karşı uyarır:
“Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.”(İsrâ Sûresi, 36)
“(Ey Peygamber!) Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını Peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.” (Nahl Sûresi, 43; Enbiyâ Sûresi, 7)
Mü’min insan için imandan sonra kendisini bağlayan şey ilimdir. İlmin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Kur’ân’ın pek çok âyeti gibi, buraya aldığımız âyetler de bu gerçeği çeşitli açılardan dile getirmektedirler. Bu âyetlerin birincisinde, ilim, otorite kaynağı olarak belirtilmiş ve ardından gidilmeye lâyık yegâne şeyin ilim olduğu bildirilmiştir. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” sözü, son derece yalın ve net bir ifadedir. Bu ifade ile her türlü bilgisizliğin ve keyfîliğin kapısı kesin bir şekilde kapatılmaktadır. Bu da hak dinin doğasında olan bir şeydir. çünkü her zamanın ve her zeminin revaçta olan modaları, cereyanları, sapıklıkları, bâtıl fikirleri vardır. İnsan bazen esen rüzgârların etkisinde kalır, bazen bir inada kapılır, bazen bir his ve heyecanla yahut adımlarını izlediği birisinin sözüyle kendisini Hakk'tan uzak bir yerde bulabilir. Onun için, âyet son derece açık bir ifade ile “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” buyurarak her türlü yanılma ihtimalini daha işin başında bertaraf etmiştir. Bu cümle, bir yasak ifadesi olmakla birlikte, bir emri de dile getirmektedir. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” demek, “Peşine takılacağın şey hakkında bilgi sahibi ol” demektir. Bu ise, insanı, her hareketinde bilgili ve bilinçli davranmaya sevk eden, hatta bundan sorumlu tutan bir buyruktur. Mü’min erkek ve kadının işleyeceği amel ile ilgili şer’i ilmi henüz ameli işlemeden önce araştırıp öğrenmesi, bu ilahi buyruğun gereğidir. Nitekim konumuz olan âyetlerin ikincisi de aynı anlamı vurguluyor. Birinci âyet ilmi otorite kaynağı olarak gösterirken, ikinci âyet de ilmin adresini veriyor: “Bilmiyorsanız zikir/ilim ehline sorun.” İki âyeti bir arada düşündüğümüzde, “Ben bir şey bilmiyorum; bilmediğim şeyin peşine de takılmıyorum” şeklinde bir mazeretin ardına sığınarak görev ve sorumluluklardan kaçmanın mümkün olmadığını anlarız. Bilmiyorsanız öğrenirsiniz; işte âyet bunu bize ders veriyor. Eğer öğrenmek için bir zahmete katlanmanız gerekiyorsa katlanın, bir külfetin altına girmek gerekiyorsa girin. Yoksa sadece bir cehalet itirafı sizi kurtarmaz. çünkü cehalete mazeret üretenler, ilme ihanet edenlerden sayılırlar.
Yukarıdaki âyette en önemli hususlardan birisi soruyu ilmin anahtarı olarak göstermesidir. “Bilmiyorsanız sorun” emri, açıkça, insanı sormaya, sorgulamaya, araştırmaya yöneltmektedir. Bilinmiyorsa öğrenilecektir; ama bunun yolu sormaktır. Daha genel anlamıyla, soran bir zihne sahip olmaktır. İlmin kapısı ancak bu anahtarla açılır. Bu kapının açılması ise, her türlü bilgisizliğin ve önyargının kapısının kapanması demektir. Müslüman oldukları halde bilmeden amel işleyenler, bilmedikleri şeyin peşine takılanlardır. Bunlar, âyetler, hadisler yerine “Bence”, “Kanaatimce”, “Zannımca”larla amel edenlerdir. Bunlar çoğu zaman, mantıklarına göre hareket ettiklerini iddia ederler. Mantık, insan için öylesine bir silahtır ki; Allah yolunda kullanırsan nefsinin seni Allah yolundan uzaklaştıracak isteklerini, nefsinin yolunda kullanırsan, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme yeteneğini kaybedersin!.. Mantığını nefsine uyarak kendine çeviren ve bu nedenle doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneğini kaybedenlere en güzel örnek şeytandır. Kur'an'da Allah, “Adem'e secde et!” dediğinde, şeytanın mantığı, nefse dönük bir ölçü kullanmış ve "Ben ondan hayırlıyım; çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın" diyebilmiştir. (A'raf, 12 - Hicr, 33 - Sad, 76)
Burada dikkat çekici olan; emre itaat etmeyen şeytanın, temelde aklını ve mantığını kullanıyor olmasıdır. çünkü şeytanın emre itaat etmemek için öne sürdüğü neden, kendine göre mantıksaldır. Yani mantığını çalıştırmış, fakat nefsinin lehine kullanmıştır. Nefsinin lehine mantığını çalıştırarak İslâm hükümlerini iptal etmeye kalkışanlar, şeytanın peşine takılanlardır. Edille-i şer’iyye dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma-i ümmet ve Kıyas-ı Fukaha’yı bir kenara bırakıp, kendi şahsi kanaatleriyle amel etmeye kalkışanlar, doğrudan doğruya şeytanlaşanlardır. Bunların bir ferd, bir topluluk, bir meclis olması, durumu değiştirmez. Günümüzde genelde İslâm coğrafyasında, özelde ise ülkemizde televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında keyfî, küfrî ve cebrî sistem ve güçleri memnun edebilmek için “Kadınların örtünmesi Allah’ın emri değildir. Kadınlar için dinen örtünmek keyfîdir. İsteyen kadın örtünmeyebilir. Bunun dinen hiçbir mahzuru yoktur” diyen Prof.'lar, hocalar, şeyhler, mollalar, şeytanın meşrebinden ve mezhebinden olanlardır. Bunlar, şahsi kanaatleriyle amel etme alışkanlığı neticesinde bu hale gelmişlerdir. Bunların konumuna düşmemek için Müslümanlar ilahi teklifler karşısında şahsi kanaatleri yerine “İşittik ve itaat ettik” ahlâkını kuşanmak mecburiyetindedirler. İlahi teklifler karşısında “İşittik ve itaat ettik” ahlâkını kuşanmak, İslâm imanının bir gereğidir. İlahi teklifler karşısında akıl yürütüp ayak diretenler, şeytanlaşmaktan kurtulamazlar. Bu, böyle biline..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.