Kayıp nesil
Yurtdışında yaşayan millet varlığımızın yıllardır her alanda hissettiği en büyük eksiklik, sırtlarını dayayabilecekleri ve kendilerine sahip çıkan, devlet nezdinde bir kurum/kuruluş olmaması idi. Kâhir ekseriyeti köyünden bile dışarıya çıkmamış gariban Anadolu çocukları, rızık endişesiyle (ve fakat muzaffer bir komutan edasıyla) evlatlık verilen çocuk misali, insanlığından soyutlanarak ve adeta bir robot gibi yalnızlığa yolcu edildi trenlere doldurulup. Aynı şeyi Yunanistan, Yugoslavya ve İtalya da yapmıştı ancak onlar, muhatapları ile oturup anlaşarak, vatandaşlarının sosyokültürel birer varlık, birer insan olarak haklarını da güvence altına alarak yapmıştı. Söz konusu ülkelerden gelenler, öncelikle Almanca dersine tabi tutulmuştu örneğin. Yeni ülkelerindeki eğlence ve ibadet mekânlarına kadar tüm sosyal hakları düşünülmüş ve garanti altına alınmıştı. Türkler ise ülkeye ayak basar basmaz en düşük ücretlerle fabrika ve maden ocaklarının en ağır işlerine sürülmüş; yabancı olduğu, dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkenin üstelik hiç de insani olmayan ve bir toplama kampını andıran “heim”larında yaşam savaşına girişmişti.
Geride bıraktığımız yıl Türkiye ve Almanya, devlet ve hükümet katından üst düzey katılımların gerçekleştirildiği törenlerle kutladı “Göç’ün 50. Yıl Dönümü”nü. Bu kutlamalar, özellikle göç gerçeği ile yüz yüze kalan ilk kuşaklara vefa borcunun ödenmesi ve yurtdışında yaşayan vatandaşların hatırlanması açısından olumlu ve önemli olsa da aradan geçen 50 yıllık zaman dilimi göz önüne alındığında göç tarihinin acı tecrübelerle dopdolu olduğu ve kutlanası hiçbir yönünün olmadığı görülecektir. En hafifinden, savaşa hiç girmemiş bir ülkenin “zengin” vatandaşlarını 2. Dünya Savaşı’ndan tam bir yıkımla çıkan ve altyapısı ile birlikte yerle bir olan “yoksul” Avrupalıların insafına terk etmenin kutlanacak bir tarafı olmasa gerek, diye düşünüyorum.
Neresinden bakılırsa bakılsın göç tarihi, bizim için bir başarısızlık tarihi olmuştur. Elbette Türkler, günümüzde artık yaşadıkları ülkelerde ticaret, eğitim, kültür, sanat ve siyaset gibi belli noktalarda başarılı sonuçlar elde etmeye başlamışlardırlar ancak bu, ezilmişlik ve dışlanmışlığın ruhlarda oluşturduğu azim ve gayretle ve adeta tırnakla kazınarak elde edilen mevzi başarılarla sınırlı kalmıştır.
Göç, Almanlar açısından ise iki Almanya’nın birleştiği 90’lı yıllara kadar tam bir başarı öyküsü olmuştur. 80’li yıllar, ucuz Türk işgücü sayesinde Almanların “Wirtschaftswunder” sözüyle ifade ettiği ekonomik harikalar çağı olarak kayıtlara geçmiş ancak Berlin duvarının yıkılmasının ardından Türkler, bu kez “sorun” olarak ortaya çıkmıştır.
Lobiciliğin böylesine önem kazandığı bir çağda 50 yılı aşkın süredir Avrupa Birliğinin kapısında bekleyen Türkiye, Avrupa ülkelerinde yaşayan yaklaşık 6 milyon millet varlığının muhteşem potansiyelinden yararlanamamış üstüne üstlük vatandaşlarını da yapayalnız bırakarak hem kimlik bunalımına itmiş hem de muhatap ülkelerin yöneticileri nezdinde sahipsiz ve çaresiz bırakmıştır. Avrupalılar da (doğal olarak) yıllarca misafir işçi gözüyle baktıkları Türk vatandaşları için kılını dahi kıpırdatmamış, 90’lı yıllara gelindiğinde de sahipsiz bulduğu Türk vatandaşları üzerinde her türlü sosyal mühendislik çalışmasını rahatlıkla ve pervasızca gerçekleştirebilmiştir.
Netice olarak Türkiye, Avrupalı Türklerin yıllardır dillendiregeldiği “Avrupa’daki Türk sorunu”nu gerçek anlamda ancak göçün 48’inci yılında keşfedebilmiş ve geç de olsa harekete geçerek Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığını kurmuştur.
Maalesef hala Avrupalı Türkler arasında bile yeterince tanınmayan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, geçtiğimiz hafta, ailesinden koparılarak bir Alman aileye verilen Elif Yaman’ın Türkiye’deki annesi ile buluşmasına ve bacağındaki tümör nedeni ile Berlin’de tedavi gören ve Alman doktorların tedavi sürecinde bacağını kesmek istedikleri 6 yaşındaki Tuana’nın ailesi ile birlikte ülkemize getirilerek Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde tedavi altına alınmasına öncülük etmesi ile gündeme geldi.
Bu çalışmalar, kurumun hem geniş kitleler nezdinde tanınması hem de nasıl bir boşluğu doldurduğunun kavranması açısından son derece etkili oldu.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının önünde en can yakıcı ve acil sorunlardan biri olarak duran konu, Avrupa’da ailelerinden koparılarak Hristiyan bakıcı ailelere verilen ve sayıları 6 binlere ulaşan kayıp çocuklar sorunudur. Bu sorunun aşılması yönünde önemli çalışmalar yürüten YTB’ye, Yurtdışı Vatandaşlar Daire Başkanlığı Personeline ve Almanya uzmanı Ünal Koyuncu’ya ne kadar teşekkür etsek azdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.