Süresiz ateşkes silah bırakmak değildir
Yaa, işte böyle. Demek ki “Devlet” o kadar da “dediğim dedik” değilmiş. Sıkıyı görünce “terörist”le de masaya oturur, bükemediği bilekle “güreşme”yi bırakır, sorunu “görüşme”yle çözme yoluna gidermiş.
“Görüşmesin” demiyorum; görüşsün görüşmesine de, “teröristle görüşme”nin de, “sorunu çözme”nin de bir raconu olmalı, değil mi? Kanı durdurmak hatalardan dönmekle sağlanmalı, iki büklüm yere eğilerek değil, değil mi? Hep verip “karşı taraf”ı memnun etmeye çalışırken, hiç almayıp “bu taraf”a onursuzlaşmanın ve kaybetmenin acısı yaşatılmamalı, küstürülmemeli değil mi?
Yani, eğer kan duracaksa, analar ağlamayacaksa, ocaklar sönmeyecekse, Kürt ve Türk halklarının kardeşliği eskisi gibi tekrar güçlü temeller üzerine yeniden inşâ edilecekse, ülke bölünmeyecekse, rejim hatalarını terkedecekse, teröristler uluslararası şer güçlerinin maşası olmaktan kurtulup toplumla entegre olacak ve asli hüviyetine dönecekse, ülkenin kaynakları namluların ucunda patlatılmayacak ve kalkınmaya harcanacaksa.... Devlet kiminle görüşürse görüşsün. Hatta öyle ki, gerekirse Teröristbaşı’nı bile serbest bıraksın.
Bu millet bağrına taş basar, geçmişe sünger çeker, acılarını kalbine gömer, geleceğin daha güzel inşâsı için geçmişin karanlık ve kanlı günlerini hafızasının arka odalarına kilitler, toprağa düşmüş evlatlarını geleceğin güzel günlerine bedel olarak kabul eder ve sürece razı olur.
Ancak, eğer kan akmaya, anaların yürekleri dağlanmaya devam edecekse, yine ocaklar sönecekse, Kürt-Türk kardeşliği “ayrışma”ya kurban edilecekse, rejim kendini düzeltmeyecek ve bu ülkede yaşayan herkesin ortak kimlik ve kişilik değerlerine göre siyasal, sosyal, hukuki ve iktisadi vb. sistemini yenilemeyecekse, uluslararası şer odakları teröristleri maşa olarak kullanıp ülkenin başına bela etmeye devam edecekse, kalkınmaya harcanması gereken kaynakların bu kirli savaşın kanlı bataklığına gömülmesi sürecekse, nihayetinde ülke bölünecekse....
İşte o zaman, bunu kimse kabul etmeyecektir. “Devlet”i işleten iktidar odaklarının, kısa vadeli basiretsiz hesaplarla “terörist”i muhatap alıp masaya oturması, anaların “âh”ı, toprağa düşen canların “eyvah”ı karşısında boğulup kalacaktır. Süreci böylesine çorak bir zemine getirenlere bu “günah” yetecektir. “Silahı eline alan” dağa çıkacak ve istediğini devlete de, millete de dayatmaya çalışacaktır. Terör kazanacak, anarşi güçlenecek; ama barış, kardeşlik, birliktelik... kaybedecektir. Bölünme ve yıkılma kaçınılmaz olacaktır. Halk kendi işini kendi görmeye kalkışacak ve daha büyük bir kaosun bataklığına düşülecektir.
Terör örgütünün politik uzantısı BDP heyeti, İmralı Süreci kapsamında adaya gidip Teröristbaşı ile görüştü. Heyet, “sayın” Teröristbaşı’nın mesajını getirdi. “Sayın” Teröristbaşı basına selamlarını iletiyordu. “Bütün taraflar”ı bu süreçte “çok dikkatli ve duyarlı olma”ya davet ediyordu. Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na ve diğer yetkililere direkt muhatap alarak mektuplar yazıyor ve sürecin aktif idaresini eline almış oluyordu. Terör faaliyetlerinden dolayı ceza alanlar için “Devletin elinde tutsaklar var” diyor, “meşru bir karşı güç” olarak kabul edilmenin zevkini çıkarıyordu. PKK’nın kaçırdığı insanlar için ise, serbest bırakılacağı vaadinde bulunmuyor, sadece bunu “umuyor”du. Yani Devlet geri adım atmıştı, ama “sayın” Teröristbaşı geri adım atmamış, hatta daha da güç kazanmıştı.
İmralı Süreci gündeme geldiğinde basının ve “yetkililer”in ağzından düşmeyen neydi, hatırlayın: Bu süreç bunca can kaybının üzerine biraz ağır geliyordu, ama terör örgütüne silah bıraktırmak için gerekliydi. “Sayın” Teröristbaşı ile görüşülecek, o da talimat verecek ve PKK silah bırakıp sınır dışına çekilecekti. Ama sonuç böyle olmadı. “Sayın” Teröristbaşı “silah bırakma” değil, “süresiz ateşkes” talimatı verdi.
Peki, hani PKK silah bırakacaktı? Oysa sadece “süresiz ateşkes” ilan edileceğine dair intiba uyandırdılar, o kadar. Yani, “istediğimiz zaman tekrar ateşe başlayabiliriz” dediler. Silahlarını bırakmayacaklarını gösterdiler. Terör faaliyetlerinden dolayı yakalanıp ceza alanları, “tutsak” olarak nitelediler. Böylece Devletin karşısında PKK’yı bir “rakip güç” olarak konumlandırmış oldular. Peki, bu alışverişten Devlet mi kazançlı çıktı, PKK mı?
Oysa, Devlet müslüman Kürtlerle masaya otursaydı, ya da masaya müslüman Kürtlerin temsilcilerini de oturtsaydı, durum daha farklı olurdu. O yüzden Devlet, masanın karşı tarafına sadece BDP’yi değil, müslüman Kürtlerin temsilcisi olarak Hüda-Par’ı da oturtmalı.
Yoksa, bu iş PKK’nın 1-0 galibiyetiyle sonuçlanır; bu sonuca razı olmayan “Türkler” harekete geçer de maazallah yeni bir kanlı süreç başlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.