“Ben öyle bir Peygamber gönderdiğimi hatırlamıyorum”
Ölüm acısı başka. Ölenin acısını bilemeyiz de; bir yakını, sevdiği, anası-babası, evladı, dostu... ölen biri için bunun nasıl bir acı olduğunu bilen bilir. Yakını ölen insanın çekeceği acı başka bir acıya benzemez.
Allahu Teala, “her canlı ölümü tadacaktır” buyuruyor. Her canlı bunu bilir. Bilir de, yine de sevdiği birinden ölümle ayrılmak zor gelir. O çok kötü bir acıdır. O, yürekleri yakan bir acıdır. O, insanın Yaradan karşısında kesin teslimiyetidir. O, gururundan kâinata efelenen insanoğlunun, nasıl da aciz bir yaratık olduğunu gösteren hakikattir.
Dedemi kaybettiğimde daha küçüktüm, ama çektiğim acıyı hâlâ hatırlıyorum. Babamı kaybettiğimde acıdan mide kanaması geçirmiştim. Mustafa Karahasanoğlu ağabey almıştı beni karşısına, bir güzel fırça çekmişti; “kendine gel” demişti. Aslında kendimdeydim, Rabbimden gelene isyanım yoktu, dünya hayatının sonunun ölüm olduğunu biliyordum; lâkin yüreğin acısına çare bulunmuyor, söz geçmiyor, idrak frenleyemiyordu. Allah Rasulü, oğlu öldüğünde gözyaşı dökmemiş miydi? Rasulullah’tan daha çok kendinde olan mı vardı?
İşte ölüm acısı böyle bir şeydi, yürekleri böylesine dağlıyordu. Babam öleli 19 yıl oldu, ama hâlâ unutamadım; o günün takvim yaprağını hâlâ saklıyorum.
Ölüm gerçek! Ölüm hak! Ölümden kaçış da, kurtuluş da yok!
Firavun da öldü, Nemrut da... Karun da öldü, Haman da... Bütün dünyanın hükümdarı Süleyman da öldü... Ebu Cehil de öldü, insanlığın efendisi Rasulullah da... İnsanlığa kan kusturan diktatörler, zalimler ölmedi mi? Öldürmekten zevk alan Drakula (Kazıklı Voyvoda) kendi ölümünü engelleyebildi mi? Hitler, Stalin, Mao... kaçabildiler mi ölümden? Binlerce İslam alimini darağaçlarında sallandıran İstiklal Mahkemesi Yargıçları da öldüler, bu yargıçları görevlendiren ve devrimlerle İslam’a hayat hakkı tanımayan M. Kemal de...
Ölüm vakti gelince, kimin “kim” olduğuna bakılmaz. İster toplumsal katmanların en altında yer alan bir gariban olsun, ister dünyanın en tepesindeki güç sahipleri... İster bütün dünyanın tanıdığı meşhur biri olsun, ister kimsenin tanımadığı sıradan bir insan... Allah katında bunların hepsi birdir; hepsi Allah’ın yarattığı ve belli bir mühlet verdiği insandır. Vakti saati gelince emanet olarak verilen can alınacak, herkes lâyık olduğu yeri bulacaktır. Allah katında kişinin değeri iman ve takvasına göredir. Önemli olan, nasıl yaşadığın ve ne üzere öldüğündür.
İşte meşhur ses sanatçısı Müslüm Gürses... Yaşarken hiç ölümü düşünmüş müydü acaba? Ama öldü işte... Şimdi ardından “büyük sanatçıydı” methiyeleri söylenecek; ama bir müddet sonra unutulup gidecek. Sadece yakınlarının yüreğindeki yangın kalacak; ama zaman içinde o da, unutulmasa bile soğuyacak. Ölen her insan gibi... Zaten, acılar sürekli olsa, yürek yangını soğumasa hayat çekilir mi?
Ancak...
Ölüm hak da, Allah katında nasıl bir yere sahip olacağımız, ölünce neyle hatırlanacağımız, ebedi hayatta mekânımızın neresi olacağıdır aslolan, değil mi? Acaba bizi nasıl hatırlayacak geride kalanlar? Acaba Allah katında nasıl bir değerimiz olacak, yerimiz neresi? Cennet bahçelerinden bir bahçe mi, Cehennem çukurlarından bir çukur mu olacak kabrimiz?
Sizi bilmem ama; ben Müslüm Gürses’i, işte başlığa çektiğim cümlesiyle hatırlayacağım. Ölümü üzerine bir biyogrofisi yer aldı Hürriyet’in web sitesinde. Şöyle deniyor:
“Tahtın boşaldığını sananlar, misal Hakan Taşıyan için arabeskin yeni peygamberiymiş laflarını çıkaranları duyunca, ‘Ben öyle bir peygamber gönderdiğimi hatırlamıyorum’ diyordu.” (http://www.hurriyet.com.tr/planet/22729314.asp)
Evet; sahneye çıkıp arabesk söyleyen ses sanatçısına “Peygamber”lik payesi vermenin vahameti bir yana, “öyle bir peygamber göndermedim” diyerek kişinin kendini “ilahlık” makamında görmesi nasıl bir isyandır; ilahlık taslamanın kişiyi sürükleyeceği akıbet neresidir? İnsan kendini ilah olarak görünce, ya da hayranları onu “ilah” olarak görmeye başlayınca, artık Allah’ın gazabını beklemek gerekmez mi?
Hatırlayın, M. Kemal için de ilahlık iddiasında bulunulmuştu. Ne şiirler yazıldı, ne methiyeler düzüldü bilseniz... Açıkça ilah olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. Ama o da öldü; kendini ilah yerine koyarak “ben öyle bir peygamber gönderdiğimi hatırlamıyorum” diyen Müslüm Gürses de...
Fethullah Gülen Hoca, Müslüm Gürses için taziye mesajı yayımlamış. “Merhum’a Rahmet-i Rahman’dan afv-u mağfiret” diliyormuş. Sormak lazım:
Allah, ilahlık iddia edeni, “ilah gibi” icraatta bulunanı affeder mi?
Ölen öldü, ama yaşayanlar, ölmeden önce kendilerine çekidüzen vermeli değil mi? Bu dünya, dünyamızı âbâd edeyim derken ahiretimizi berbat etmeye değer mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.