Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Edip Halide’nin gözlük camını kim çaldı?

Edip Halide’nin gözlük camını kim çaldı?

Hikâyenin hikâyesi

 

Hukuk Fakültesi’nde okumak için taaa Konya’dan kalkıp bu gurbet ellere gelmişim. Memleketimde başlayan gazetecilik serüvenine burada da devam deyip 1973 yılı sonbaharında o günlerde yeni kurulan Milli Selamet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete’de gazeteciliğe “merhaba” diyorum... Feriköy’de Konya Yüksek Tahsil Talebe Yurdu’nda kalıyorum. Her gün Feriköy-Hürriyet Meydanı (Beyazıt) otobüsleri ile işe geliyorum. Sultanahmet’te inip, Yerebatan Sarnıcı’ndan geçiyor ve Cağaloğlu’nda Üretmen Han’da Milli Gazete’nin idarehanesine ulaşıyorum. Durakta indiğim yerde Halide Edip Adıvar’ın bir büstü her gün beni selamlıyor adeta. Onunla bir süre sonra arkadaş oluyoruz. O yıllarda heykellere mutlak saygı ve sevgi zorunlu. Bir vatandaşlık görevimiz arasında sayılıyor. Bu zorunluluğa katlanamayanları 141-142 ve 163. maddeler hukuk ve kanun elbisesi giymiş olarak karşılıyor ve hakimin vicdanına kalmış seviyelerde cezalandırılıyorsunuz. Öyle ya, hakimin vurduğu yerde gül biter! İşte o tuhaflıkları yaşadığımız, acıyı bal eylediğimiz günlerde, Halide Edib’in önünden geçerken birden beynimde şimşekler çakıyor. Halide Edib’in Türk Kadınlar Birliği tarafından dikilen büstünden gözlük camları çalınmış. Daha doğrusu ben öyle kurgulayarak bir hikâye kaleme alıyorum. O günlerde de Hukuk Fakültesi’nin arka kapısından çıkıp, aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi’ne girmişim. Zeynep Kerman ve İnci Enginün hocalarıma da götürüp veriyorum hikâyeyi.

Oradan Mehmet Kaplan’a kadar giden hikâyem geçer not alıyor. Geçtiğimiz ayda Mersin’in Tarsus ilçesinde Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın kaidesinde “Cennet anaların ayağı altındadır” hadisi yazılı olan heykelindeki madeni çerçeveden yapılan gözlük çalınmış, tabii yakında yerine konulacakmış. Eh, ne diyelim, “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Bugün benim hikâyemin gerçek olduğunu görüyorum. O gündür, bu gündür başka hikâye de yazmadım. Bu hikâye o günleri ve hatta cumhuriyet mitingleri ile kulağımızın çekildiği ve terbiye edilmek istendiğimiz bu günleri bile anlatıyor. Zulüm dimdik ayakta, ama biz de dimdik ayaktayız.

“Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın/Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” diyen üstad Necip Fazıl’ı rahmetle anarken size çiçeği burnunda taze bir teklif sunuyorum. Çayınızı demleyip koltuğunuza gömülün ve bu hikâyeyi ağır ağır okuyun. Damağınızda tatlı bir lezzet bırakacağına sizinle bahse girerim. Benden sonra da “Bu zulümleri durdurmak için beyaz kefenimizi giyip, öyle yola çıktık” diyen uzun mesafe koşucusu, o uzun boylu adamı televizyonlarınızda seyredebilirsiniz.

Bütün gazetelerin manşetlerine şöyle göz ucuyla bir baktı. Doğrusu bugün ağzının tadı pek yerinde değildi. Her gün aynı köşeyi doldurmak... "Tam 40 yıl olmuş" diye söylendi. Dile kolay, kırk yıl her gün bıkmadan usanmadan yazmıştı. Yaz demeden, kış demeden... Sıkıyönetim dönemlerini düşündü birdenbire. Fincancı katırlarını ürkütmemek için neler çekerlerdi. Gazetenin duyuru panosuna uymaları gereken yasaklar asılır, buna rağmen gözden kaçan, ya da hiç akla gelmeyecek şeylerden "Öküzün altında buzağı arayacakları" tutardı. "Bu başlıkla ne demek istedin?" İki saat yetkiliye dil dökülür ve "Sizin anladığınız gibi bir niyetimiz asla olmadı ve olamaz" gibi yalvarma-yakarmalarla gazetenin süresiz kapatılması önlenirdi. Her şeyiniz iki dudak arasında idi. Geçmiş gözünün önünden birdenbire film şeridi gibi akıverdi. Çok yorulmuştu, ama tatlı bir yorgunluktu sanki! "Bugün dünyaya gelsem, yine gazeteci, yine yazar olurum" diye söylendi.

- Ne dediniz beyim?

- Ben mi, hiiç...

Gazetenin emektarı Hüseyin Efendi, mürettiphaneden yazısını istediklerini söyledi. Böylesine geç kaldığı hiç olmamıştı. Kafasının kapısını çaldı. İçerden "Bugün evde yokuz" diye bir ses duydu. Anlaşılan yazacak bir şeyler yoktu o gün. Her gün şeytanın gör dediklerini görüyor ve yazıyordu.

- Hayret, bugün şeytan da beni terketti, diye söylendi.

Hüseyin Efendi, büyük yazarın kendi kendine konuşmasından bir şey anlamamıştı. Sorusunu tekrarladı:

- Beyim, mürettiphaneden yazınızı istiyorlar.

- Hüseyin Efendi, söyle onlara birazdan göndereceğim.

Hüseyin Efendi'nin ardından odasından çıktı. Yeşilay'ın önünden Ayasofya'ya doğru inen caddeye saptı. 40 yıl önce Bab-ı Ali'ye geldiğinde buralarda bahçeli konaklar vardı. "Şimdi her yer taş yığını oldu" diye düşündü. Sonra Yerebatan Camii'nin önünden Yerebatan Sarnıcı'na doğru yürüdü. Sarnıcın üzerindeki büste baktı.

"Türk kadınının sembolü Halide Edib'e saygıyla." Halide Edib'in Kurtuluş Savaşı sırasında, ünlü Sultanahmet Mitingi’nde halkı nasıl coşturduğu gözünün önüne geldi. Gözleri dolar gibi oldu. Sonra o günkü yazısı aklına geldi. Pekala Halide Edib'i yazabilir ve bir günü daha kurtarırdı böylece. Sonra birden şeytanın gör dediği bir yeri görüverdi. Halide Edib'in gözlük camı yoktu. Çerçevesi bomboştu. Beyninin çok hızlı bir şekilde çalıştığını hissetti. Hemen geri döndü. Masasının başına oturdu ve daktilosunu son sürat kullanmaya başladı. İçinden geçenleri olduğu gibi kâğıda döktü. Ve tumturaklı bir başlık koymayı da ihmal etmedi.

"Edip Halide'nin gözlük camını kim çaldı?"

Yazı ertesi günü Türkiye'de bomba gibi patlamıştı. Edip Halide'nin gözlük camını mutlaka heykel düşmanı gericiler çalmışlardı. Bunlara siyasi iktidar yüz veriyordu. Eğer yeni kanunlar çıkarılıp, heykeller koruma altına alınmazsa bunlar gemi azıya alıp bir günde ihtilal yapabilir ve ülkeyi çağdışı karanlık bir rejimin kucağına atabilirlerdi. Vakit geçmeden tedbir alınmalıydı. Yazar tüm etkili ve yetkili kurumları göreve çağırıyordu. O gün Milli Güvenlik Kurulu olağanüstü toplandı. Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Sayıştay başkanları Anıtkabir'i ziyaret edip, Atatürk'ün mozolesine çelenk koydular ve Anıtkabir'deki deftere heykel düşmanlarını kınayan mesajlar yazdılar, bağlılıklarını bildirdiler. Üniversitelerde de Atatürk'ü anma toplantıları düzenleniyor ve belediyeler yeni heykeller dikmek için alan tesbiti yapıyorlardı. Ünlü yazarımız çok keyifliydi, zira patron bu vesile ile artan tirajdan ziyadesi ile memnun olmuş ve maaşına hatırı sayılır bir zam yapmıştı. Ayrıca çağrılan her yere gidiyor ve heykel düşmanlarını kınayan konuşmalar yapıyordu. Bu arada emniyet de boş durmamış ve o civarda seyyar satıcılık yapan birkaç garibanı heykel hırsızı diye tutuklamıştı. Mahkeme başkanı bu işte bir tuhaflık olduğunu sezmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi'nden bir profesörü bilirkişi olarak görevlendirmişti. İlk mahkemenin yapılacağı gün, tüm ilerici dernekler adliye sarayını ve bahçesini doldurmuşlardı. Pankartlar açılmış, her yer sloganlarla dövülüyordu. "Türkiye laiktir, laik kalacak!" "Heykellere uzanan eller kırılsın!" "Heykel bizim canımız, feda olsun kanımız!"

Mahkeme başladı. Salonda iğne atsanız yere düşmezdi. Suçlu mevkiinde Halide Edib'in büstünün az ilerisinde tezgâhı olan bir simitçi ile parktakilere termostan çay veren gariban bir adam vardı. Doğru dürüst ne ile suçlandıklarını bile anlamamışlardı. Günlük olarak çoluk-çocuklarının nafakasını çıkarmaktan başka bir şey düşünecek halleri de yoktu ki zaten. Salonda bir amigo birden dinleyici localarında bağırmaya başladı "Türkiye laiktir, laik kalacak!" Tüm salon inlemeye başladı. Yerli ve yabancı gazeteciler, televizyoncular bir yandan görüntü alıyorlardı. Hakim, akıllı uslu bir adamdı. Ama iş heykellere gelip dayanınca "Burası mahkemedir.  Dolmabahçe stadı değil" diyemedi. Salondaki heyecanlı bağırışların dinmesini bekledi. Sonra gerekli tesbitler yapılıp, mahkemeye geçildi. Hakim, Güzel Sanatlar Akademisi'nden gelen bilirkişi raporunu tane tane okudu:

"Halide Edib'in heykelinde gerekli inceleme yapılmış ve hiçbir hırsızlık işareti görülmemiştir. Heykellerde gözlük varsa, gözlüğün sadece çerçeve kısmı yapılır. Estetiği bozacağı düşüncesi ile cam yerine başka bir malzeme kullanılmaz. Halide Edib'in heykeli ilk yapıldığı günkü gibidir. Çalınan bir parçası yoktur." Prof.Dr. Filanca diye devam ediyordu rapor.

Salonda derin bir sessizlik oldu. Amigo yine "Türkiye laiktir, laik kalacak" diyecek oldu. Kimsenin katılmadığını görünce sustu. Hakim simitçi ve çaycının suç unsuru olmadığından beraatine karar verirken, mahkemenin başından beri dudakları kıpır kıpır sessizce dua okuyan simitçi ile çaycı anlamlı gözlerle hakime baktılar. Adeta gözleri ile konuşuyorlardı. Hakim belki de onlardan bile fazla sevinmişti. O gazete, günlerdir bu olayı manşetinden indirmeyen o gazete bu mahkemeyi nasıl mı verdi? İç sayfalarda, arasanız zor bulacağınız bir yerde, tek sütuna, dört punto yazı ile.

Şeytan burada da yazarına yol göstermişti.

Simitçi ve çaycıyı ise bir daha kimse o parkta satış yaparken göremedi.

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi