Sıkıysa cari açığı kapatsalar ya!
Herkes gibi ben de Anayasa Mahkemesi'nin kararını nefesimi tutarak bekliyordum. Fatih'te mütevazi bir kahvede, adeta bir futbol maçında nihai kararı belirleyecek penaltıları bekliyor gibiydik. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç açıklama yapmaya başladığı an bizim kahve müdavimleri de pür dikkat kesildi. Doğrusunu söylemek gerekirse Haşim Kılıç'ın yüz hatları hepimizi fena halde gerdi. Yanımdaki arkadaş, “Yorgunluktandır” dedi. Diğer arkadaşım “kapattılar galiba” diye girdi araya. Yan masadan biri, “Anayasa Mahkemesi sıkıysa cari açığı kapatsın da görelim” demeseydi bu gergin atmosfer hepimizi perişan edecekti. Ne güldük ama! Benim paradigmama göre AK Parti'nin kapatılmaması gerekiyordu. Kaygım, iç ve dış koşulları saptayarak taşları yerine oturttuğum paradigmamım yerle bir olmasıydı. Haşim Kılıç paradigma maradigma keyfi bırakmamıştı bende. Kendimi organik parti aydını kategorisinde görmediğim halde neydi kıvranmama neden olan bu ince sızı? Memleket sevgisi, başka hiçbir şey değil. Milletin seçtiğini demokrasinin kuralları içerisinde ancak milletin götürebileceğine olan inancım. Sorun AK Parti'yi aşmıştı. Demokrasimizi yara bere içinde içinde bırakacak bir sürece zorlanıyordu Türkiye. Kalemimizi tabiatiyle halkımızın yararına kullandık. Varsın AK Parti kalemşörleri desinler, ne yapalım! Sahte, yıkıcı, kriz üretici muhalefet gitsin, hakikisi gelir nasıl olsa. Gelmeli de. Haşim Kılıç sözlerine başlarken bu duygular içerisindeydim. Kılıç'ın yüz hatlarından, mimiklerinden, gözlerinden anlamlar çıkarmaya başladık. “Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar” şarkısı bile geldi dilimin ucuna. Kılıç hiç falso vermedi. “AK Parti kapatılmamıştır” diyene kadar beden diline ilişkin bütün bildiklerim çöpe gitmişti. Aptal paradigmam kurtulmuştu kurtulmasına ama az kalsın elalemin içinde baygınlık geçirecektim. Fatih kahvelerinde hemen herkes “oh bee” çekip rahatlamıştı. Başbakan Erdoğan'ın devre dışı kalmasına ayarlanmış adamlar bir kez daha yanlış ata oynamışlardı. Tabii dileyenler için milletin sinesi herkese açık. Yeter ki gizli kapaklı Ankara oyunlarına bel bağlamasınlar. Toplumun büyük akıntısını fark edemeyenler akıntıya karşı kürek çekerler boşu boşuna. Ben ve arkadaşlarım yeni teoremlere kürek çekerken şakur şukur tavla sesleri kuş cıvıltılarına karışıp şen şakrak havasına çooktan avdet etmişti sokak. Ertesi gün doğalgaz fiyatlarına gelen yüzde onyedilik zam tüy dikti keyfimize, o ayrı. “İşte kendi gerçekliğimiz, işte hayatın katı gerçeği” diye mırıldandım çarnaçar..
Aydın Doğan hepimizi çook şaşırtacak!
Türktime'den Talat Atilla'nın verdiği bilgiye göre Aydın Doğan otobiyografisini yazıyormuş. Kitapta yer alacak bazı detaylar Doğan'ın en yakınlarını bile şok edecekmiş. 'En yakınları'ndan kasıt aile çevresi mi, iş çevresi mi yoksa Ertuğrul özkök gibi medyacı yakınları mı, anılar yayımlandığında anlayacağız. Bildiğim kadarıyla ilk defa bir medya patronu otobiyografisini yazıyor. Oysa ben Hürriyet'in eski patronu Erol Simavi'den beklerdim ilkin. Hem “Simavi Ailesi” İstanbul sosyetesinin en fazla tartışılan figürlerinden. Merhum Turgut özal'la ipleri kopardıktan sonra temelli İsviçre'ye yerleşerek gözlerden ırak yaşayan Simavi'nin anılarını kaleme aldığından şüphem yok. Simavi'nin anılarıyla Aydın Doğan'ın anılarını birbirine uladığımızda Hürriyet'in altmış yıllık tarihini izleyebileceğiz. 1948'de yayın hayatına başladığına göre demek ki Hürriyet çok partili sisteme geçişin bir ürünü. Tabii Doğan'ın anıları arasında Hürriyet gibi Milliyet'in el değiştirmesine ilişkin bilgiler de yer alacaktır. Simavi'ler de Karacan'lar da Türkiye'nin en eski gazeteci aileleri. İki aile de kritik süreçlerde medya sektöründen çekildi. Karacan'lar Milliyet'in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi'nin öldürülmesinden sonra, Erol Simavi ise Turgut özal'la keskin bir hesaplaşmanın ardından gazetelerini sattılar. öyle ki özal'a yönelik suikast girişiminin arkasında Simavi'nin parmağı olduğu bile ileri sürüldü. Aydın Doğan'ın Milliyet'i sadece 'asalet kazanmak' için almadığı muhakkak. “Aydın Doğan anılarını yazmaya başladığına göre medyadan elini eteğini çekmeyi mi düşünüyor?” diye bir soru akla gelecektir doğal olarak. 28 Şubat sürecinden itibaren Hürriyet'in yaşadığı kayıpları düşünürsek hiç de uzak bir ihtimal değil. Doğan “Hürriyet'in asıl sahibi Koç Ailesi” şeklinde ifade edilen şehir efsanesine de açıklık getirecektir şüphesiz. Hazır bu iddia Ergenekon İddianamesi'ne girmişken iyi de olur. Herkes gibi ben de merakla bekliyorum Aydın Bey'in anılarını.
Solculuktan uzaklaştığınızda ne yapıyordunuz?
İlhan Selçuk'un Ergenekon İddianamesi'ne giren telefon görüşmelerinde Aydın Doğan ve Turgay Ciner kapışmasına ilişkin cümleler de yer alıyor. İlhan Selçuk ve İbrahim Yıldız arasında geçen diyalogda bu kapışma “hiç bitmeyecek bir kan davası” olarak nitelendiriliyor. İşin ilginci Vatan gazetesi için de “tetikçi gazete” ibaresi kullanılıyor. Yıldız, “Vatan'ı kullanıyorlar” diyor. Selçuk da “Vatan'ı bunlar biliyorsun hep tetikçi olarak kullanırlar bunu” diyerek karşılık veriyor. Yıldız, “Turgay'a gelince, bana sorarsan daha masum yani” diye ekliyor.. Selçuk, “Aydın Doğan Koç gibi oldu” derken Yıldız, “Koç'un çocuklarından zengin kızları, paraya para demiyorlar” şeklinde konuşuyor. Zenginin parası züğürdün çenesini yorar hikayesi.. Ciner için daha masum deniliyor ama mevzu Cumhuriyet'e kıyak çekmek olunca gelsin Aydın Doğan'dan paralar.
Konuşmadan anladığımıza göre Cumhuriyet'in Ankara temsilciliği Doğan'ın binasını kullanıyormuş. İbrahim Yıldız, İlhan Selçuk'a, Doğan grubuyla yakınlaşmayı sol kamuoyuna izah etmekte güçlük çekeceklerini söylemekle kalmıyor, “Aydın Doğan'ın bize ilgisi de bizi çok sevdiğinden falan değil abi. Mutlaka bir yerde ihtiyacım olur diye” konuşuyor. Tabii Selçuk bu desteği aslanlar gibi savunacağını ifade ediyor. Medyadaki tuhaf ilişkiler hakkında ipuçları veriyor dedikodu mahiyetindeki bu konuşmalar. Haber değeri var, yoksa kim ne konuşmuş bana ne! Mesela ben Doğan'ın Cumhuriyet'e verdiği bu desteği bilmiyordum. Aynı konuşmada geçen bir cümle daha var ki çook ilginç! Hükümetin sosyal güvenlikle ilgili politikalarını protesto mahiyetindeki gösterileri manşete çekmek gerektiği ifade edilirken İlhan Selçuk “Biraz solculuk yapalım ya, çok uzaklaştık solculuktan” diye konuşuyor. “Solculuktan uzaklaştığınızda ne yapıyordunuz” diye sormayalım mı? Malum mu?