Abdullah Şanlıdağ
Zaman Gazetesi yazarı Sayın Mümtazer Türköne, yazılarını severek okuduğum ve değer verdiğim kişilerdendir. Vesayet sistemine yönelik eleştirileri, hele hele “militarizmin bileği masada bükülü duruyor” tespiti takdire şayandı. Hangi cepheden baktığını kestiremediğim “İslamcılık bitti” tezine katılmadığımı, evrensel düşünüldüğünde böyle bir şeyin asla mümkün olmadığını belirteyim.
Sayın Türköne’nin başlattığı tartışma sempozyuma dönüşüyor. Hiç şüphesiz Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı en aktüel gündem konularından biri “İslamcılık Düşüncesi”dir. İslamcılık bilimsel bir sempozyumla bilim adamları, akademisyen, yazar ve gazeteciler tarafından tartışılıyor. Zeytinburnu Belediyesi’nin ev sahipliğinde başlayan sempozyumun sevindirici yönü, İslamcığın öncü ve bu konuda ehil kişiler tarafından tartışılıyor olmasıdır. Bu açıdan tartışmaları önemsiyorum.
İslamcılık nedir? Bu sorunun net bir cevabı yoktur. Kavramın içini ne ile doldurduğunuz önemlidir. Kimilerine göre bir ideoloji, kimilerine göre siyasallaştırma biçimi olarak algılanan İslamcılık siyasal anlamda algılandığında, Hayreddin Karaman Hocaya göre açılımının da şöyle olması gerekmektedir:
“Siyasal İslâmcılık nispeten yeni bir terim, İslâm’ın mensuplarından istediklerinden bir kısmının, belli bir dönemin şartları içinde öne alınmasıyla ve gerçekleştirilme stratejileriyle ilgili. Bu bir kısmından maksat da İslâm’ın siyasî, sosyal, hukukî ve ekonomik talepleridir. “Bütün olmadan parça da olmaz” düşüncesinden yola çıkan İslâmcılar, “inancın, ibâdetin, eğitimin, medeniyetin olabilmesi için siyasî iktidarın da Müslümanların elinde olması gerekir” diyorlardı. Bu düşünce dün de, bugün de yanlış değildir, ancak Müslümanların bütün misyonu, siyasî iktidar şartına bağlı değildir, siyasî iktidar başkalarının elinde olduğu zaman da İslâm, Müslümanlar ve onların insanlığa rahmet olan dini temsil ve tebliğ vazifeleri devam eder. Ben buna da İslâmcılık dediğim için “İslâmcılık bitmez”.
İslamcılığın muhtevasını yalnızca siyasi iktidarla sınırlamanın doğru olmadığına işaret eden Karaman Hoca, devamla şunları zikreder:
“İslâmcılığın muhtevasını yalnızca siyasî iktidar ile sınırlamak doğru değildir, hiçbir devrin İslâmcısı da dâvâsının sınırını böyle çizmemiştir. Dün siyasî iktidar da Müslümanların elinde olsun diye çalışanlar, bu amaçlarına eremedikleri zaman ve zeminlerde yine İslâmcı olarak misyonlarını -geri kalan alanlarda, ama iktidar mücadelesinden de vazgeçmeden- sürdürüyorlardı. Bugünün Müslümanları -ki bana göre hepsi aynı zamanda İslâmcıdır, işte bunların bir kısmı- yaşadığımız dünyanın şartları içinde, yeni bir siyasî İslâmcılık çizgisi/hedefi belirlediler: Demokratik, laik, çoğulcu bir düzen içinde (bunlar Müslümanların talebi değil, verili şartlardır), başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermedikçe İslâm’ı, azamî ölçülerde yaşamak; bunun içinde bütün şubeleriyle sosyal hayat da vardır.
İslamcılığın Ali Bulaç’a göre ise tanımı şöyle:
“İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.”
Birtakım yozlaşma ve kırılma hareketlerini baz alarak “İslamcılık bitmiştir” demek isabetli bir tespit değildir. Bunu Türköne Hoca da çok iyi bilir. Yaşadığımız çağın İslam’a göre yeniden yorumlanması, adlandırılması ve dizayn edilmesi İslamcılıksa eğer (ki ben öyle anlıyorum) bunun iflas etmesi ve tükenmesi söz konusu olamaz. Cihanşümul İslam dini salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenemediği gibi, sadece siyasal argümanlarla da ifadelendirilemez... Doğrusu, ikisinin harmanlanması ve bir bütün olarak algılanmasıdır.
Ali Bulaç ağabeyin nefis yorumuyla yazımızı noktalayalım:
“19. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti; zaaflarına rağmen Osmanlı Daru’l İslam’dı. Var olan şey istenmez. Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda:
1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe’li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir. b) Marksizm-sosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir.
2) İslamcılık ‘müteal/aşkın olan’a ‘var olanı aşmak’ suretiyle uruc etme çabasıdır. Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu’ değil, ahlaki/dikey olarak urucdur. İslamcılığın urucu, modern durumda Allah’a rucu’dur, bu açıdan Aydınlanma’nın domine ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür.
3) Belli başlı meşru versiyonları ıslah, ihya ve tecdittir.
Hiç tasalanma Türköne üstat, su akar yatağını bulur. Dağların yamaçlarından, farklı kollarından süzülerek engin denizlere dolan İslamcılık bitmez.
“Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa?”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.