Barışa Dinamit Abdullah Öcalan’dan
Bir iktidar düşünün, ülkesindeki yangını söndürebilmek için “Baldıran zehiri içmeye hazırız” diyerek sadece elini değil, yüreğini, bedenini, siyasi geleceğini riske atarak barışı sağlama yolunda ciddi adımlar atıyor. Süreç başlıyor. Bildiğiniz gibi Türkiye’deki PKK yangınını söndürebilmek için AK-PARTİ hükümetinin başlattığı büyük hamleden bahsediyoruz. PKK ve onun siyasi uzantısı BDP’ye bu antlaşmada ne kadar güvenilebilirdi? Halkta bu hususta ciddi kaygılar vardı. Başbakan Erdoğan, inanmaktan başka çaresinin olmadığını düşünerek yola çıkmıştı. Halkı da bu kaygılardan arındırmak ve PKK’yı da barışa zorlamak için akil adamlar devreye sokuldu. Doğrusu kim düşünmüşse iyi düşünmüştü.
Şimdi burada bir parantez açalım, hani bir söz vardır “Eğri oturup, doğru konuşalım” diye. Yani kendin yamuk bir insan bile olsan sözün doğru olsun, ola ki bu doğru sözün diğer yanlışlarına kefaret olur! PKK ve BDP bu barış sürecine çaresizlikten “evet” demişlerdi. Zira örgüt 1 yıl içerisinde 1550 militanını kaybetmişti. Bu arada Türk hükümeti örgütün AB ülkelerindeki lojistik kaynaklarını kurutmak için tedbirler alacak, PKK’nın parasal gücünün kaynağı olan esrar tarlalarını ard arda imha ederek KCK yapılanmasını da çökerterek onları nefes alamaz hale getirecekti. İşte böyle bir sırada Abdullah Öcalan, gerçeği görerek Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazdı. İlk zeytin dalını uzattı. Öcalan orada ifade ettiğine göre tarihe “Barış yapan bir lider” olarak geçmek istiyordu.
Öcalan’ın bu uzattığı eli, Başbakan Erdoğan, onu hiçbir samimiyet testine tabi tutmadan sımsıkı tutacaktı. Başbakan’ın o günlerde söylediği “Barış için baldıran zehiri bile içmeye hazırım” sözü sadece bu süreç yüzünden oy kaybına uğrama endişesi değildi. Örgütün Öcalan’ın bu hamlesi ile zaman kazanması, kendisini toparlaması ve yeniden eylemlerine başlaması da endişe edilen satırbaşlarından biriydi. Bütün bunlara rağmen Erdoğan, İmralı’dan uzatılan bu eli tuttu ve barış süreci başlatıldı.
Zira Erdoğan, ABD, İsrail, İran ve AB ülkelerinin lojistik desteği ile ayakta duran ve fiili durumun bedelini onlara ister istemez ödemek durumunda olan PKK’yı bu bataklıktan çekip almak istiyordu. Hükümetin bu hamlede bir başka muradı da silah zoru ile sindirilerek örgütün hizmetine sokulan Kürt vatandaşlarına mesaj vermekti. Nitekim, barış sürecinde yeni tabutlar gelmemesi, bölgede ticaretin canlanması, insanların geleceğe dair umutlarının artması hükümet adına, devlet adına şüphesiz en büyük kazançtı. Sanırım bunda başarılı olundu da. Yalnız Erdoğan, İmralı’dan uzatılan eli tuttuğunda taşıdığı endişeler bugün birer birer ortaya çıkıyor. En geç haziran sonuna kadar Türkiye’den tamamının çekilmesi sözü verilen PKK, bu sözünü unutacak ve ancak göstermelik olarak çok az bir kuvvetini dışarı çıkaracaktı. Örgüt, bu süreci nefeslenmek, güç toplamak için kullanıyordu. Ve Suriye’de oluşan fiili durumla orada PYD’nin bazı şehirlere hakim olması da onlara moral kazandıracak, barış sürecinde ipe un sermek niyetleri alenen görülecekti.
Ortadoğu’daki yeni gelişmeler sebebiyle örgüte yeni katılımlar da olmaya başlamıştı. Küllerinden yeniden dirilen örgüt, atağa kalktı. Güneydoğu’da yol kesmeler, kimlik kontrolleri, vergi adı altında haraç toplamalar, adam kaçırmalar başlamıştı. Hatta o kadar moral depolamışlardı ki, Abdullah Öcalan, “Ortadoğu’da yeni gelişmeler” olduğundan bahis açıyor ve İmralı’da bir basın toplantısı yapmak istediğini bile fütursuzca söyleyebiliyordu. Nerede ise “Beni TBMM’de konuşturun” bile diyecekti.
Artık barış süreci fiilen ortadan kalkmıştı. Sonunda İzmir Bornova’da bir karakola bile saldıranlar şimdi “Güneydoğu’da, sınır bölgelerinde neden kalekol yapıyorsunuz?” sözünün nasıl bir endişeyle sorulduğu daha iyi anlaşılıyor. Tabii kalekol inşaatlarına aralıksız devam eden hükümetin ne kadar isabetli davrandığı da artık anlaşılmıştır. Görülüyor ki bu iş bir bilek güreşidir ve devletseniz her zaman güçlü durumda olmalısınız. Değilse bugün Öcalan’ın yarın bir başka örgütün oyuncağı olursunuz.