İtidal ve akl-ı selim
Kim öle, kim kala... Ancak ömrü olana tavsiyemdir:
Gelecek yıl bugünlerde, arşivleri açıp “bir yıl önce neler yazmışız, neler söylemişiz, neler yapmışız” diye şöyle bir bakın. Eminim, çoğunuz bugün dediklerinden, yazdıklarından, yaptıklarından ötürü kendinden utanacaktır!
Bugün “halis niyet”le, “kendince makul gerekçeleri”yle yaptıklarından yarın pişman olmayacak, “keşke...” demeyecek kaç kişi çıkacak, merak ediyorum doğrusu.
Ancak şimdi kendilerini “iyi bir yol”da görenler, yarın “milletin laneti”ni üzerlerine çektiklerinde, arkaplânda “ülkenin ve toplumsal barışın enkaza dönüşmesini bekleyen habis güçler”in ağına düştüklerinde, kurdukları “kâğıttan kule” bir kıvılcımda yanıp kül olduğunda, bu yangın koskoca bir ülkeyi de yakarsa, bu vahim sonuca şaşmamak lazım.
Çünkü bugün “akl-ı selim”i kaybeden, “duygusal tarafgirlik”te haddi aşan “etkin ve yetkin” birileri, “Medine’nin yolları”nı açacaklarına, Roma’yı yakan Neron’a özenti içindeler maalesef. Yakmaya meyyaller. Kıvılcımı çaktılar da, bakalım ne zaman tutuşacak? “Benim suçlum senin suçlundan iyidir” gibi bir “kirli ayrışma/saflaşma”ya sürüklüyorlar toplumu. Oysa böyle “sakat bir anlayış”ı bırakıp, “suçlu kim olursa olsun adaleti ikame edelim” anlayışına geçilse, çözülemeyecek mesele mi kalır?
Bu Ümmet’in kaderi böyle zaten. Biz Ümmet olarak “ayrılıklar”ı, “ihanetler”i, “kardeş kazığı”nı, “dost çelmesi”ni vs. tarih boyunca hep yaşadık. Önder bildiklerimiz, lider saydıklarımız, hoca edindiklerimiz, topluma istikamet belirleyenler, insanlara yol gösterenler, yordam öğretenler, algı oluşturanlar, sevk ve idare edenler vs., gün geldi toplumu arkadan hançerledi, gün geldi çıkmaz sokaklara hapsetti, gün geldi öylece ortada bir başına bırakıp kendi fil dişi kulesine çekildi.Biz ihaneti hep yaşadık tarih boyunca.
Bugün gelinen noktaya bakın ki, Necaşi’ye sığınmakla Ebu Cehil’i iktidara getirmek arasında tercih yapmakla yüzyüze kaldık. Ancak kim Necaşi, kim Ebu Cehil, onu bilmekten, görmekten bile aciziz.
O kadar ki, Allah müslümanlara birbirleriyle “kardeş” olmalarını emrediyor da, bu “ilahi emir”e rağmen biz müslümanlar, “kardeşlik”i “kalleşlik”e, “dostluk”u “düşmanlık”a döndürmede çok arzulu görünüyoruz. Gerekçelerimiz İslam’dan, ancak dayanaklarımız heva ve hevesimizden... Kur’an’ı referans gösteriyor, ancak işlerimizi başka kitaplara uyduruyoruz. Gösterdiğimiz yol Rasulullah’ın, ancak gittiğimiz yol Şeytan’ın... Altın terazisinde odun tartar gibi, “adalet terazisi”nde zulüm tartıyoruz.
Sahi, müslümanlar arasındaki kavgaların, mensup olduğumuzu iddia ettiğimiz “Din”imizdeki dayanakları nedir acaba?
Oysa müslümanların birbiriyle “kavga etme lüksü” yoktur, değil mi? Niye enerjimizi birbirimize karşı harcıyoruz? Dünyada pek çok İslam ve müslüman düşmanı var. Canı kavga isteyen gidip onlarla dövüşsün!
Yok, biz illâ da birbirimizi yiyeceğiz. Niye?
Gücümüz birbirimize yetiyor çünkü. Güçlerimizi birleştirmiyoruz çünkü. Gönül birliğini sağlayamamışız çünkü. “Enerji”mizi birleştirip “sinerji”ye, “güçlü bir varoluş”un tesisine dönüştürmüyoruz çünkü. “İslam davamız”da da, “toplum sevdamız”da da, “hak ve adalet hassasiyetimiz”de de samimi değiliz çünkü. “Temiz yollar”a “kirli ayaklar”la basmışız çünkü. Ucu çıkarımıza dokunmadığında “esas ölçüler”in aşındırılmasına susmuş, ama ucu bize dokunduğunda“hak ve adalet ölçüleri”ni yok sayacak kadar bencilleşmişiz çünkü. Zararlarından emin olmak için düşmanlarımıza yakınlaşırken, zararlarından emin olduğumuz dostlarımızı ihmal edip kendimizden uzaklaştırmış ve “düşman safı”na iteklemişiz çünkü.
Elbette “tarafsız” kalmayacak, “hakkın ve hakikatin tarafı”nda yer alacağız; “düşmanla saf tutanlar”ı da içimizden ayıklayacağız.
Ancak bazan olur ki, hakkı ve adaleti sağlamak hemen mümkün ve makul olmayabilir. Kesin ve adil sonuç için bunu biraz ertelemek lazım gelebilir. Şartlar öyledir ki, hakkı ve adaleti hemen sağlamaya kalkışmak, daha büyük bir haksızlığa, daha büyük bir zarara yol açmak gibi bir sonuç doğabilir. Böyle durumlarda zamana bırakmak ve suların durulmasını, fırtınanın dinmesini beklemek yerinde olabilir.
Tıpkı, Hz. Osman’ın şehid edildiği ve tam bir kaosun yaşandığı günlerde, adaletin sağlanması için Hz. Ali’ye baskı yapıp asayişi bozanlara karşı Hz. Ali’nin, ortam durulup asayiş sağlanana kadar gerçek adaletin sağlanamayacağını gördüğü için itidal tavsiye etmesi gibi bir hal yeniden yaşanabilir.
O günlerde eğer “Hz. Ali’nin itidali”ne sığınılsaydı, sonrasında Ümmet’i kesin çizgilerle ikiye ayıran “Kerbela katliamı” da yaşanmazdı, değil mi?
Bu ne acı bir kaderdir, ne çetin bir imtihandır böyle... Bu Ümmet her çağda “bir Kerbelâ ve bir ihanet” yaşamak zorunda mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.