Nepal, kurban, renkler ve İstanbul
Biratnagar... Nepal'in güneydoğusunda bir şehir. Modern dünyanın bugün bir alışkanlık olarak sıradanlaştırdığı, dikkate değer bulmadığı birçok nesne buralara hiç uğramamış henüz.
Sokaklarında, bir yoksunluk, bir boyun eğiş, bir geç kalmışlık, gürültülü bir şekilde köşe kapmaca oynuyor. Kriket oynayan çocuklardan bir kısmının zafer çığlıkları diğer kısmının dik kafalı itirazlarının üzerine çıkıyor.
Bu çocukların kriket oynamalarını garipsiyorum. üzerlerinde hiç de şık durmayan bir elbise gibi taşıyorlar. Simsiyah derili bir adamın papyon takması gibi mesela. Ne bileyim bir Arap gencinin piyano çalması gibi...
Daha gidecek yolumuz var. Katmandu'dan oldukça küçük ve ilkel bir uçakla indik Biratnagar'a. Buradan da Hindistan sınırının hemen dibindeki köylere gideceğiz. Burası bir film setini andırıyor. Gerçeklik algımızı yitiriyoruz elimizde olmadan.
Kırmızı, mavi, yeşil ve sarı, yeryüzünün diğer bölgelerinin bir çoğundan esirgediği alımlı yüzünü burada cömertçe sergiliyor. Renkler belirginleşip, parlaklaştıkça, biz gerçeklikten biraz daha uzaklaşıyoruz. Böylesine hiçbir yerde rastlamadım. Böyle bir kırmızıya ancak başka coğrafyalardan yolunu şaşırıp da bizim eve düşmüş bir eski zaman masalından aşinayım çünkü. Bir prensesin elbisesinde vardır olsa olsa, bir de padişahın kaftanında. Böyle bir kırmızı, böyle mavi, böyle sarı.
Arabamız büyük bir gürültü ve sarsıntıyla bambu evlerden kurulu köylerin arasından geçiyor. Buralara en son ne zaman bir yabancı ayağı değdiği hakkında fikrimiz yok. Yabancı deyince utandım şimdi. Aslında ne kadar yakın olduğumuzu sonradan anladım ama şimdilik lafın gelişi yabancı diyorum. Heyecandan gözlerimizi bile kırpmıyoruz. Köylerdeyiz nihayet. Nepal'in Biratnagar şehrine bağlı Guski köyünde.
Onlar da bizi bekliyorlarmış günlerdir. Arabadan iniyoruz. Biraz vakit kaybetsek, toprak ayağımızın altından kayıp bizi yersiz yurtsuz bırakacakmışçasına aceleyle, karşılaştığımız insanlara sarılıyoruz. Nepalli Müslümanlar'a yani. Yoksulluğun, susuzluğun, karanlığın, belirsizliğin iyiden iyiye daralttığı yollarda bekleşen adamlara...
İHH diyoruz, İstanbul diyoruz, kurban bayramı diyoruz. Diyoruz da diyoruz. Susarsak masal da bitecek ve çırılçıplak ortada kalacağız sanki. Susarsak dekor değişecek ve bir metropol kalabalığında sıkışıp nefessiz kalacağız. Susmadan konuşuyoruz karşılıklı. Kimin ne kadar anladığının önemli olmadığı bir konuşma bu. Zira Allah, kelimeleri yeniden yaratıp kalplerimize ilham ediyor. çünkü konuşurken gözlerimizi, yüreklerimizi birbirinden ayırmıyoruz.
Yaşlı adam gözyaşları içinde konuşmaya başlıyor. İçinden Allah geçen cümleler, İstanbul, hilafet, selam geçen cümleler akıyor adamın dilinde. Ağlıyor adam. İHH gönüllülerinin bağışladığı kurbanlar kesilecek az sonra. Susuzluktan damağımız kuruyor. Derdimizi izah ederek, onların içtikleri sulardan içememenin ezikliğiyle, kapalı şişe suyu bulup bulamayacağımızı soruyoruz. Hiç tereddüt etmeden "tabii" diyor adam. Biri yola düşüyor. Ancak saatler geçmesine rağmen su gelmiyor bir türlü. Arkadaşlarıma "sanırım su yok yada unuttular, tekrar sormayalım" diyorum ve susuyoruz.
Saatler sonra biri elinde su şişeleriyle çıkıp geliyor. "Biz unuttunuz yada buralarda yok diye üstelemedik" diyorum. Meğer yirmi kilometre uzakta bir yerde varmış kapalı şişe suları. Hiç düşünmeden saatlerce yok gitmiş ve su getirmiş bize.
Mahcubiyetten başımızı öne eğiyoruz. Ne söyleyebileceğimizi düşünüyoruz. Allah, bir Nepalli Müslüman'ın eliyle kalbimizi tutuyor. Dua ediyoruz...