Hilafet’i kaldıran yasa kaldırılsın!
Bugün 3 Mart. Tarihte bugüne ilişkin olarak aklımda kalan ve hiç çıkmayan üç şey var. Bizi “biz” olmaktan çıkaran, neyimiz var neyimiz yok silip süpüren, zora ve zulme dayalı bir “toplumsal kimlik değişimi”ne yol açarak ortada “millet” denilebilecek yapı bırakmayan üç şey...
Bugünden itibaren, M. Kemal’in yaptığı devrimlerin en önemlilerinden olan bu “üç şey”e dair birkaç hususa değinmek istiyorum. İlki, “Hilafet’in ilgası...”
3 Mart 1924’te kabul edilip, 6 Mart 1924’te ise Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 431 No’lu “Hilafetin İlgasına (Kaldırılmasına) ve Hânedan-ı Osmani’nin (Osmanlı Hanedanı’nın) Türkiye Cumhuriyeti Memaliki (Ülkesi) Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi şöyle:
“Halife hal’ edilmiştir (görevinden alınmıştır). Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda (anlamı ve kavramı/mahiyeti içinde) esasen mündemiç (mevcut/var) olduğundan, Hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).”
Yasanın diğer maddeleri Hilafet’le ilgili değil; Osmanlı Ailesi’ne yapılacak muameleye ve onlara reva görülen hususlara/hallere dair.
Hilafet’in kaldırılması, o günün dünyasında bugünkü ABD’nin işlevini gören İngiltere’yi o kadar memnun etmişti ki, M. Kemal’e, İngiltere’nin en büyük nişanı olan “Dizbağı Nişanı”nı vermişlerdi.
Hilafet makamı kaldırıldıktan sonra, müslümanların “siyasi-idari otoritesi” yıkıldı ve dünya müslümanlarını bir arada tutan bir bağ ve otorite kalmadı. Bu aynı zamanda, İslam’ı hayattan uzaklaştıran “İslam dışı devrimler”in karşısında duracak hiçbir otoritenin kalmaması da demekti. Başsız kalan müslümanlar darmadağın oldular.
Sonuçta, Hilafet Makamı’nı kaldıranların istediği oldu. Önce, müslümanları bir arada tutan kardeşlik ve sevgi bağları koptu. İhtilaflarda nihai kararı verecek olan bağlayıcı otorite makamı ortadan kalkınca, ihtilaflar tefrikaya, tefrika da adavete dönüştü. Sonra “Laikleşme süreci”nin önündeki tek engel kaldırıldığından, “dinden uzaklaşma/uzaklaştırma” hızlandı. Böylece İslam hayattan tamamen sökülüp atılarak vicdanlara hapsedildi. Müslümanlar arası bağlar koparılınca ve İslam hayata âmir olmaktan çıkarılınca, “Ümmet birliği” anlayışı bitti, yerine “ulusal egemenlik” anlayışı geçti. TBMM’deki “İslamcı muhalefet”in etkisi yok edildi. Son noktada da halen devam eden “Devlete bağlı din” dönemine geçilerek, İslam, Laik Devlet’in kontrol ve biçimlendirmesine tâbî kılındı.
Artık, Laik-Kemalist Devlet ne kadar ve ne şekilde/nitelikte istiyorsa, ancak o kadar ve o şekilde/nitelikte müslüman olan bir toplum üretildi.
Biliyorsunuz, bu ülkede İslam’ın “Hilafet Müessesesi”ni kaldıran M.Kemal’in kurduğu rejim hükümran ve kendisi de yasayla korunuyor. Yaptığı devrimler, getirdiği rejim “Anayasal bağlayıcılık”la hakim. Nitekim, Anayasa’nın tümü zaten bu devrim ve ilkelerin sözüne ve manasına uygun olarak hazırlanmışken, bir de “İnkılâp kanunlarının korunması” başlıklı 174. Maddesi’nde, bazı “Devrim Yasaları”na “Anayasal düzey” kazandırılmış.
Ancak bunlar arasında, Hilafet’i kaldıran 431 Sayılı yasa yok. Yani Hilafet’i kaldıran yasa Anayasa’da koruma altında değil, sıradan bir yasa. Bu, mezkur 431 Sayılı yasanın kolayca kaldırılabileceği anlamına geliyor. Bu durumda, Hükümet’e ve TBMM’ye düşen acil ve ivedi bir görev var:
Ya, yasaya göre “Hükümet’in ve Cumhuriyet’in mana ve mefhumunda mündemiç” olan “Hilafet görevleri”ni icra edecek, ki bu durumda bütün işlerin ve işleyişin Hilafet’e göre yeniden düzenlenmesi gerekecek... Ya da madem “Hilafet görevleri”ni yapmıyor, “Hilafet Makamı”nı kaldıran 431 Sayılı yasayı kaldırarak, kaldırılan “Hilafet Makamı”nı yeniden kuracak ve müslüman topluma, kendi Halifesini seçme imkânını verecek.
Yetkisi ve haddi olmadığı halde en önemli “İslami Müessese”yi zorla/cebirle kaldıran TBMM’nin, bugün hatasından dönerek “Hilafet Makamı”nı yeniden kurması, boynunun borcu olsa gerek. Hilafet’in Batı’nın isteği üzerine ve “Lozan’ın imzası hatırına” kaldırıldığını biliyoruz. Aynı kapsamda “İslam’ın hayattan uzaklaştırıldığı”nı da biliyoruz. Hilafet’in kaldırılmasına ve İslam’ın hayattan uzaklaştırılmasına dair Batı emperyalizminin temsilcisi İngiltere ile Yahudi Hahambaşı Nahum’un ne kadar etkili olduğu da sır değil. Buna dair gerçekleri, bu köşede 21 Kasım 2012’de yazdığım “Lozan’da satılan Din” başlıklı yazıda özetlemiştim.
Şimdi, bu gerçekler karşısında şunu ifade etmeden geçemeyeceğim:
“Batı emperyalizmi”ne ve “Siyonist tasallut”a karşı “dik duruş” göstermek demek, Batı’nın ve Siyonizm’in isteği üzerine yapılan her ne varsa, onları “asl”ına döndürmek, “toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerleri”ne uygun hale getirmek demektir. Bunların başında üç şey gelir, ki biri “Hilafet Makamı”nın yeniden kurulması. Bu konuda “sağlam irade” aranıyor!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.