Anlam Arayışı
Öteden beri sanatın derin gündemini “arayış” oluşturur. Biraz dikkatle baktığımızda Batı sanatının hemen her türünde bu temaya rastlayabiliriz. Şüphesiz bu alelade bir arama meşgalesi değildir. Sanatkâr eseriyle, görünür dünyanın ardındaki hakikati kavramaya soyunur. Düpedüz profan bir iklimi teneffüs etmektedir ve tek iştiyakı ruhunu yatıştıracak o anlama erişmektir. Bunun için ihtilaçlı muhayyilesiyle aralıksız didinir durur. Yüz binlik statlarda, karanlık salonlarda ya da bir tuval üzerinde yapar bunu. Elbette beraberinde milyonlarla...
İnanç kaybı (tutamak yoksunluğu) Batı’da Hıristiyanlığın hem inanç hem de yaşantı olarak ortadan kalkışının, bireysel imanın yitirilişinin Nietzsche’nin deyimiyle “Tanrı’nın ölümünün, doğrudan bir sonucudur.”. Hristiyanlığın dayattığı ve Nietzsche’nin kastettiği “Tanrı” ölmüştür ve artık iyi ile kötünün kesin ayrımını yapacak bir güç kalmamış, Dostoyevski’nin sözünü ettiği gibi “her şeyin mubah olduğu” bir dünya yaratılmıştır.
Büyük ruhbilimci Jung’un hipotezi; Tanrıların ölmeleri durumunda hastalıklar olarak yeniden doğdukları şeklindeydi. Kierkegaard da dâhil 19. yy.’ın bu üç büyük ismi, dinin çöküşü ile “anlamın da” kaçınılmaz olarak çökeceğine inanıyorlardı.
Anlamın çöktüğü yerde, birey çözülmekte ve bunu doğal olarak toplumun yitimi izlemektedir. Gabriel Marcel’e göre Tanrı’ya inanmak, kişinin anlamsızlık karşısında gücünü korumasını sağlamaktadır. Ona göre, inanç, kaygıyı/anlamsızlığı yok etmekte ve insanı mutlu etmektedir.
Batı toplumlarında sözünü ettiğimiz çöküş ve onun yıkıcı sonuçları ( intihar ) ile alakalı kapsamlı çalışmalar yapanlardan biri de Durkheim’dır. Weber’in yaklaşımına göre ise modern hayatın beyhudeliği ve anlamsızlığı, dinin kurtuluş hedefi ile olan bağın yitirilmesinin bir sonucudur. Görünen o ki, dinin Batı’daki son canlı temsilcisi olan Protestanlığın çöküşü ile birlikte bu bağ yitirilmiştir. Artık hayat anlamsız ve şarkıların dediğine bakılırsa ıstırap vericidir.
Nihilizm’in temelleri kuşkusuz bu şekilde atılmıştır. Bu felsefe, tüm müesseseleriyle çökmüş Avrupa merkezli Hristiyanlığa bakarak, ne Tanrı’nın ne de insanın artık mümkün olacağını söylemektedir. Sarter bu yüzden “İnsan beyhude bir çabadır.” der; Camus ise “hayatın anlamının en acil mesele” olduğunu söyler.
Bu travmatik durumun en rafine örneklerini edebiyat üretmiştir. Kafka, kaçınılmaz ve yıkıcı bir suçluluk duygusundan mustarip olan dev yaratıkların, işkence kamplarının ve totaliter bürokrasilerin, fantastik, tuhaf mahkemelerin dünyasına mensup bireyleri tasvir etmiştir. Gide, ahlaksız bir kahraman üretmiş ve akıl almaz bir cinayetin övgüsüne yer vermiştir.
Dada, saçmayı yegane değer haline getirmiştir. Beckett’in “Godot’yu Beklerken başlıklı oyunu her şeyin mubah olduğu bir dünyada yaşamın mümkün olup olmadığını işler. Joyce’un Ulysses ve Musil’in Niteliksiz Adam başlıklı eserleri bağlayıcı inancın kendine yer bulamayacağı eserlerdir.
Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, kendinden başka herkesi değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” Prof. Kien’in sözünü ettiğimiz felsefi düzlemde gelişen hikâyesi, Ellias Canetti’nin “Körleşme” adlı romanında dillere destan bir biçimde işlenir.
Kadınlardan nefret ettiği halde onlardan biri olan hizmetçisi ile sırf kitaplarının bakımı için evlenen Prof. Kien, onu, sinek pisliği kadar değer vermediği dışarıdaki insanlardan uzak tutan aşırı izole yaşamı sayesinde giderek fiziksel ve ruhi bir yıkıma doğru sürüklenir. Bu noktadan sonra, Prof. Güven Savaş Kızıltan’a göre “Kien, kitaplarla konuşmakta, dertleşmekte, onlara vermiş olduğu herhangi bir sözü gereğince yerine getirememiş olma kaygısına düşmekte, onları muhtemel bir tehlike karşısında yalnız başlarına bırakmamak için her zaman tetikte beklemektedir.” Kien’in yaşadığı derin zihni yarılma, modern yaşamın yapaylığının yarattığı sarsıcı krizle birleşerek Nietzsche’nin tabiriyle “yanan bir kâğıt gibi içine doğru kıvrılan” bu adamın trajedisine ve dolayısı ile tüm modern zamanlar insanına korkunç bir final hazırlar.
Anlam tıkanmasının, ferdi yitimin, pelikülde yarattığı en incelikli ve karanlık karakterlerden biri hiç şüphesiz Travis Beckle’dir. (Taksi Şoförü-Martin Scorsese/ 1976) Uyuyamadığı için taksicilik yapan fakat arkadaşlarından farklı olarak Harlem, Bronx gibi şehrin karanlık bağırsaklarında direksiyon sallamaktan çekinmeyen Wietnam gazisi Travis, kaldırımlardaki fuhşa karşı yürüteceği haçlı seferine başlamak için silahlarını kuşanır. Batıya özgü hastalıklı kurtarıcı tipinin tuhaf bir numunesi olan Travis, Nuh’un gemisini andıran taksisinde insanlıktan geriye kalan son kişi olarak filmin finalinde, şehri kan gölüne çevirmek için harekete geçecektir.
Anlamın sekteye uğraması ya da görünür ve hissedilir yanıyla hayatın tümünden çekilmesi üzerine Tolstoy’un yaptığı tespitler zekâsından beklenebileceği gibi keskin ve olabildiğince de sadedir:
“Üzerimde durduğum zeminin parçalandığını, üzerinde duracağım bir şey kalmadığını, uğrunda yaşadığım şeyin bir hiç olduğunu, yaşamak için bir nedenim kalmadığını hissettim… Gerçek şu ki, hayat anlamsız. Hayatın her günü, her adım beni uçurumun kenarına biraz daha yaklaştırdı ve enkazdan başka hiçbir şey olmadığını gördüm”.
Yine Tolstoy ellili yaşlarda kendi kanısına göre ölüme çok yaklaştığını düşünerek şunları söyleme ihtiyacı hisseder:
“Hayatımın ellinci yılında beni ölüme çok yaklaştıran soru, gelişmemiş bir çocuktan en zeki bir bilgeye kadar her insanın ruhunda yatan en basit sorudur: Şu anda yaptığım ve yarın yapacağım şeyden ne yarar gelecek? Benim bütün hayatımdan ne yarar gelecek? Başka şekilde ifade edilirse “neden yaşamalıyım? Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey yapmalıyım? Beni bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?”
Tolstoy’un şahsında belki de en çekici halini bulan anlamsızlığın, yayıldığı sosyal tabakalarda yarattığı yıkım yine Tolstoy’un kaleminde en veciz haline kavuşacaktır:
“Yaşadıklarım ve başarılarım, er-geç unutulup kaybolacak ve ben, o zaman hayatta olmayacağım. O zaman bütün bu hengâme niye? Neden çabalıyoruz ki boşu boşuna? İnsanoğlu nasıl olur da bu boşluğu görmeden hala yaşamaya devam edip, onun için çaba sarf eder? Anlaşılacak gibi değil açıkçası...”
Tüm bu örneklerden sonra anlamsızlığa ilişkin şöyle sorabiliriz: İnsan acaba hangi anlamı arar? Kaybettiğini düşündüğü anlamı nereden edinmiştir? Söz konusu anlam, bu dünyaya ait değilse acaba hangi dünyaya aittir?
facebook.com/ ali osman aydın
twitter@AydnAliosman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.