Mekânlar Bize Ne Söyler?
Mekânlar bize ne söyler… Yaz aylarında benzersiz bir çekimle beni sarı düzlüklerine ve fısıldayan harabelerine çeken köyümün sade mekânları mesela… Taş ve kerpiçle berkitilmiş duvarları, ilkel ama zekice bir görkemle örülmüş ahşap tavanlarıyla bu mekânlar duyabilene ne çok şey söylemekteler. Koyu renk ve oldukça basık gövdeleri, yakın ilişkilerin merkezinde olduğu geniş aileyi ve tevazuu dillendiriyor gibidir. Ona daha yakından baktığınızda tarım toplumunun Anadolu’daki kesintisiz izlerini görebilirsiniz. Aynı zamanda Türklere özgü “Bozkır”da bütün birikimiyle o mekânda tecessüm eder.
Mekân, hep böyle değil midir? Onlar kendilerini şekillendiren zihnin taşa ve hatlara evrilmiş hali değil midir? Kuşkusuz öyledir. Bu yüzden mekanların çizgilerinde iz sürerek kaçınılmaz olarak insanın ruhuna varan bir yolculuğa çıkabiliriz.
Şimdilerde Steve Jobs, Mark Zuckerberg, Bill Gates örnekliğiyle ön plana çıkan şu alışık olmadığımız “garaj”lar mesela. Buradan bakınca kaba ve ebleh görülen Birleşik Devletler’in gündelik hayatının vazgeçilmez mekânı olan “garaj”, 1960’dan sonra sanayi tipi bireysel üretimin kuvözü haline gelmemiş midir? Öyle ki, doğudaki metropollerden başlayarak tekinsiz Orta Amerika’ya doğru hemen her yerde rastlayabilirsiniz onlara. İnsanlar hafta sonları “garaj”lara kapanır ve deyim yerindeyse o küçük laboratuarda, kendince bir yenilikle meşgul olur. Bu yabana atılır gibi değildir zira bilgi Amerika’yı kuran bir olgudur ve dünyanın hiçbir yerinde oradaki kadar değer görmemektedir. Hatta sanatsal üretim bile bundan kendince bir pay almıştır denebilir. Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden Stanley Kubrick ve Francis Ford Coppola hayatlarının en verimli yıllarını bu küçük “garaj”larda geçirerek başyapıtlara imza attıkları bilinir.
Bütün orta ve batı Avrupa’da görülen mimari nizam meşhur “Roma kaldırımı”na imza atan Helenistik zihnin bir ürünü değil midir? Karanlık, üretken, huzursuz ve Osmanlı karşısında geriye itilmiş Avrupa’nın, bir siper gibi simetriyle düzenlediği o mekânlar bir çağın haleti ruhiyesini yansıtmaktadır. Sükûnet içindeki sokaklar az önce kopmuş korkunç bir tufanın önüne barikatmışçasına inşa edilmişlerdir. Burada kuşku uyandıran bir dinginlik söz konusudur. Büyük, geniş ve aydınlık caddeler; ışık huzmelerinin ferahça girebildiği pencereler, sanki unutulmak istenen ürkütücü bir karmaşanın üzerinde yükselirler. Tıpkı “Zafer Takı”nın Paris’i, bir saatin dilimleri gibi eşitçe bir birinden ayırdığı, ölümlülüğün yadsındığı o büyüleyici mimari gibi.
Bugünün mekânları ise tümüyle ayrı bir felsefenin izlerini taşımaktadır. Ne yalan söyleyelim bu mekânlar anlata geldiğimiz dünyadan daha kaotik ve yalıtılmıştır.
Bu mekânı tek başına Tokyo örneği somutlaştırabilir. “Her” filminde (Spike Jonze-2013) gördüğümüz gökyüzüne yükselen kulelerin mekânında, mimari, nihilist bir görünüm arz eder. Burası artık mutfağından yemek kokuları gelen, içinde ailenin yaşadığı mekân değildir. Mutfak sadece kahve pişirmeye, yaşamaksa yalnızca çalışmaya yaramaktadır. Mekân o kadar hissiz ve soğuktur ki, insan fabrikasından evine dönünce hemen hiçbir farklılık hissetmez. Bu modern insanın diğerine kapalı yalıtılmış yaşamını çevreleyen bir mimaridir. Bach’ın “Pachelbell Cannon” bestesi bu duvarların içinde bir yabancıdır. Itri’nin tekbirini, gıcırdayan ahşap döşemelerden yoksun böyle bir mekânda besteleyebilmesi söz konusu bile değildir. Çünkü mekân bize kim olduğumuzu söyler. Ona bakarak aidiyetimizle ilgili duygumuzu pekiştiririz. Kapı kollarından çerçevelere, bahçe düzenlemesinden renk kullanımına kadar mekân; siyasal ve ahlaki kararlarımızı, dünyaya bakışımızı cisimleştirir. Oysa Tokyo’da sembolleşen postmodern mimari, insanın kendi referanslarını bulması üzerine değil, kaybetmesi üzerine tasarlanmıştır. Bu nedenle neredeyse birbirinin aynı olan (Okullar, Ofisler, Hapishaneler, Hastaneler, Mahkemeler mimari olarak kopya gibidir. ) bulvarlarıyla bu şehirde, insanın, dünyanın neresinde olduğunu hatırlamasına imkân yoktur.
Yalnızca işleve dönük yapıların düz, metalik suretleri insanı bir cezaevindeymiş hissiyle kuşatır. Günümüz metropolü bir nihilist mimari meşheri gibidir. İnsanın ruhundaki iniş ve çıkışlara nispetle bu mekânlarda kusursuz bir simetri ve disiplin göze çarpar. Monoton, renksiz, tutarlı çizgileriyle günümüz mimarisi tam anlamıyla modern bireyin bir yansıması değil midir? Böyle bakınca Terminatör ve Matrix filmlerinde ki arka plan daha anlaşılır hale gelir. Çünkü psikopat yan komşular, seri katil ahbaplar, bağımlı patronlar, saplantılı akrabalar ve koyu, içinde çıkılmaz depresyon bu mekânların meyvesi gibidir.
Mekânlara bakarak, başka pek çok şey konuşmak mümkün elbette. Ancak şunu net olarak biliyoruz ki insanoğlu mekânı yalnızca taş, tuğla ve ölçülerden oluşan bir yapı olarak görmeyerek, ona daha kişisel anlamlar yüklemeye çalışmıştır. Bu pekâlâ insanın sığınma ihtiyacının bir sonucu olabilir. Besbelli ki insan sığındığı, o mekânı sevmek te istemektedir. Böylelikle, dışarıdaki düşman hayattan ona kaçtığı her an, aidiyetini hatırlayarak, huzura kavuşabilme fırsatı bulabilecektir.
facebook.com/ ali osman aydın
twitter@AydnAliosman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.